Kısa öyküler

Yadigâr

(*) Bir kimseyi hatırlatan, hatıra. 

Toplantıdakilerden birisi, EbitDa’mız hedeflediğimizin altında dedi.

‘EbitDa düşsün başına’ diye geçirdi aklından. Bu sözü ilk duyduğu ânı hatırladı. Bir danışman kullanmıştı. Anlamadığını belli etmemek için hiçbir şey söylememişti. O anda ‘sebeplerini araştırırız’ falan diye geçiştirmişti. Öğrenmişti sonradan.

Toplantının başından beri aklını veremiyordu. Holding’in finans müdürleriydi oradakiler. Yıllar öncesinden başlamış bir adetti bu. Rahmetli birgün ona fikrini sormuştu, şirketlerin koordinasyonu için bir şey yapmamız lazım, ne dersin demişti.

Yenilerden birisi satış bilgilerinin sağlıklı gelmediğinden bahsetti. Bir başkası vadeler çok açıldı, nakite sıkışacağız dedi. ‘Biz neler gördük’ dedi içinden, vadeler çok uzamış.. Rahmetli olsa kızardı şimdi, ‘getirin bana tahsili gecikmiş alacaklar listesini’ derdi. Çok iyi bilirdi huyunu. İçten bir bağlılığı vardı. Onunla her şey halledilirdi.

Oğlu öyle mi?

80’lerde, muhasebedeki ilk işine O almıştı. Karaköy’de bir işhanının bir katındaydı bütün şirket. Git başla demişti. Hayatı boyunca işine adamıştı kendini. Müdürü çıkabilirsin demeden çıkmazdı. Birgün rahmetli onu çağırıp ‘bankalardaki hesapları sen takip edeceksin, ne zaman sorarsam ânında söyleyeceksin’ demişti. Çok heyecanlanmıştı, büyük bir sorumluluktu bu. Gün içinde birkaç defa telefonla arar bankalardan bilgi alırdı. 10 yıldan fazla müdür yardımcılığında bankalardaki şirket parasını takip etmek sadece onun göreviydi.

Bunun kadar heyecanlandığı bir gün de departmana ilk bilgisayar geldiği gündü, galiba 1985’di. Müdür, ben kimlerin kullanacağını söyleyinceye kadar dokunmak yok demişti.

Müdürleri emekli olup onun yerine geçtiğinde 49 yaşına gelmişti; herkes, tartışmasız finans konuları onun işi diye kabul ederdi.

Genel müdür bugün toplantıya gelmemişti. İnsanlar, işini kaybedecekler diye ondan korkarlardı. Babasından sonra organizasyonda büyük değişiklikler yapmıştı. Bütün ilgisi satış departmanındaydı. Şirketi dışarıdan denetletmek için bir firmayla da anlaşmıştı. Kırılmıştı bunu kendisine hiç danışmadan yaptığı için.

Şöyle bir toplantıdakilere baktı. İçlerinde birkaçı genç görünüyordu. Nesini beğenip finans müdürü yaptılar bunu acaba diye düşündü.

Toplantı devam ediyordu. Bir ikisi kendi aralarında konuşuyordu.

Canı hiç dinlemek istemiyordu.

Bu sene çocuklar yazlıkta bizde kalır mı acaba diye düşündü. Torunları çok şımarık yetiştiriyordu gelin. Ne kadar gürültücüydüler. Her şeyi karıştırıyor, her şeyden hemen bıkıyor, hep bağırarak konuşuyorlardı. Onlarla yalnız bir yere gitmeyi hiç sevmiyordu. Çok yoruyorlardı onu.

‘Bahçeyi de toparlamak lazım.. Ne dikmeli acaba? Bu sene de geç kaldık.’ Her akşam sulama görevi vardı. Ondan da sıkılıyordu. Acaba çoluk çocuğu önden gönderip biraz kendi başına mı kalsaydı?

Toplantıdakilerden birisi ‘bütçeyi revize etmemiz gerekecek mi, ne dersiniz?’ dedi. ‘Yapacaksak üçüncü yarı yılı kapsamalı, hepimiz aynı zamanda çıkarmalıyız.’

Genel müdür onu yok sayıyordu. Doğru dürüst bir defa konuşmamıştı bile babasının ölümünden sonra. ‘Ama en büyük sorumluluğu biz taşıyoruz, hem bugüne kadar bizim tarafta hiç sorun çıkmadı ki..’ diye aklından geçirdi.

Birisi, kendi şirketlerine aldıkları ERP yazılımının finans modülünde değişiklik yapılması gereğinden bahsediyordu.

Demin sorana ‘hallederiz revizeyi’ dedi.

Bir an ait olmadığı bir zamanda hissetti.

Rahmetliden bir yadigârdı sadece.

İstenmeyen yadigâr.

Hard İK

İşyerinde psikolojik bozukluklar

Tabii ki ne olduklarını bilemem ama yöneticinin nasıl yaklaşması gerektiği konusunda fikrimi söylerim.. iş mahkemelerinin nasıl baktığını anlatabilirim, o kadar.

• Muhasebede bir çocuk vardı. Onların hayatında hep süreli işlemler vardır, hep de sorunlar çıkar, son dakikada yetişilir. Süre azaldıkça o kadar gerilirdi ki, bazen bu stresi taşıyamazdı, gözleri donuklaşır, çalışmayı bırakır, aynı noktaya bakardı.

• Çok çekingen birisiydi. İmza için gelir, tamam getir demezseniz öyle orada dikilir beklerdi. En ufak bir eleştiriye dayanamaz, içe kapanırdı. Böyle küstüğü zamanlarda iyice yavaş, isteksiz çalışırdı.

• Asla inisiyatif kullanamazdı. İstediğiniz kadar destekleyin, önceden nedenini açıklayın, hatta ‘git ve nasıl uygun görüyorsan yap’ deyin, boşuna. Sorumluluk üstlendiği durumda beyni duruyordu.

• Sıkıştığı yerde yalan söylüyordu. Doğaçlama, içinden koptuğu gibi, risklerini hiç düşünmeden. O ânı atlatmak için ne denmesi gerekiyorsa öyle.

• Üstüne gelindiğinde konuşma mekanizması tetikleniyordu. Baraj kapaklarının açılması gibi. O kadar çok şey anlatıyordu ki, dinleyeni sersemletiyordu. Karşısındaki lanet olsun deyip vazgeçiyordu.

• Aşırı göze çarpan tikleri vardı. Mesela sürekli makas alır gibi iki parmağıyla boğazındaki yumuşak deriyi çekiştiriyordu.

• Birkaç iş üst üste yığıldığında sözünü tartmaz oluyordu. Stres altında ölçüsüz derecede sert, kırıcıydı.

İş mahkemeleri, iş ortamlarının gerçeğinden uzak. Üçüncü boyutta gibiler. Algıları, kavramları, jargonları bambaşka. Psikolojik bozukluklarla ilgili şöyle iki ölçütleri var: Çalışanın davranışları, işveren için çekilmez bir hal almış mı? Ve diğer çalışanlarla müşteriler üzerinde bir olumsuzluk yaratıyor mu?

Mesela Yargıtay, 2011’de, raporlu anksiyeteyi, pozisyonun değiştirilmesini gerektiren bir psikolojik bozukluk saymış. 2014’de, burnout sendromunu kanıtlanması gereken bir durum olarak görmüş.

Bu konu netleştirilemez. Kurala bağlanamaz. Kim bilir iş ortamlarında ne teşhis konmamış insanlarla hayat devam edecek.

Bence beklenen yönetici davranışı, bu durumları da dayanılacak noktaya kadar yönetmek olmalı. Yani bir tür ekstrem kişilik özelliği olarak varsaymak.

İş gerçeklerinde çekilmezlik değil, liyakat (o işi yapmaya uygunluk) vardır; sonuç etkileniyorsa sürdürülemez, işe yarıyorsa çekilir.

Anılar

Son eğitimim

2010 Ekim..

O yıl meslek hayatımdaki 30’uncu yılımdı.

Bir süredir eğitmenliğe nasıl bir final yapsam diye düşünüyordum.

Kendi kendime sessiz bir jübile.

Blog fikrim daha yok. Twitter’a -meğer başlamama çok az kalmış ama- daha sarmamışım. Türkiye’de TED konuşmaları yaygınlaşmamış, gayet ilgimi çekiyor.. sırf ona odaklansam nasıl bir şey olur diye aklımdan geçiyor.  ‘Interim management’ olabilir mi diye düşünüyorum, iddialı bir İK projesinde mesela.

Tam bu sırada rahmetli Şule Tanju aradı. Sevdiğim bir dostumdu.

Birkaç yıldır büyük bir yabancı bankada İnsan Kaynakları Grup Müdürüydü. Önemli bir projem var, seninle yapmak istiyorum dedi.

Şube müdürlerinin yönetici olarak gelişimini ihmal ediyoruz, onlar için çok özgün bir şey tasarla dedi.

Şahane! Büyük bir zevkle. Jübileyi erteliyorum.

Epeyi uğraştım. Pilot şubelerde hem müdürlerle, hem çalışanlarla görüştüm. Ortaya, içime sinen bir şey çıktı. Bilenler anlayacaktır, bu bir ‘ters yüz’ eğitimdi. Anekdotlar toplamıştım. Bazısı bire bir, bazısının üzerinde biraz oynanmış. Epizotlar halinde akıyordu eğitim. Önce gözlerinde o durumu canlandırıyordum, sonra sohbet başlıyordu, sonunda ben ‘beklenen yönetici davranışını’ ya da o koşullarda uygulamaları gereken tekniği gerekçesiyle anlatıyordum.

Bankalarda şube müdürü dediğiniz, eğitime en zor getirilen insan. Çoğu en son yıllar önce eğitim almış, hatırlamıyor bile. Açıkça yüzüme söyleyenler oldu, konsantre olamam ben, aklım başka yerde, son defasında zaten çok sıkılmıştım, beni affeder misiniz diye.

Şule kararlıydı. Senin reklamını ilk gruplar yapacak, yürü sen, arkandayım, getireceğim onları sana derdi.

2010 Kasım’ında eğitimlere başladık.

3 ya da 4 grup yapmıştık galiba. Yıl sonu yaklaşıyordu, kısa bir ara verelim dediler. Bilançolar bağlanacaktı.

Şule lösemiydi. Çok mücadele etmiş, iyileşir gibi olmuştu. 2011 yılbaşını Amerikan hastanesinde ikinci evim dediği odasında geçirmişti gene.

2 Ocak 2011’de onu kaybettik.

Aylar sürecek planlanmış eğitimlerimiz vardı daha. O acayip yağmurlu 4 Ocak’da, cenazesinin kalktığı Levent’teki caminin avlusunda, içimden ona söz verdim, senin anına tamamlayacağım bu işi Şule dedim.

Bir iki hafta falan sonraydı. Bir sabah gene erkenden Bankanın Mecidiyeköy’deki eğitim merkezine gittim. Bomboş. Hiç kimse yok. Orada her şeyle ilgilenen görevli bir adam vardı, bugüne eğitim görünmüyor bendeki haftalık planda dedi. Eğitim Müdürlüğüne telefon ettik, bir uzman kız, ‘özür dileriz hocam, eğitimler iptal edildi, size haber vermeyi unutmuşuz’ dedi.

Afalladım. Kısa bir süre toparlayamadım kafamı.

Ne yapayım bu saatte dedim. Öylesine İstinye Park geldi aklıma. Yeniden Gayrettepe’deki otoparka döndüm, arabayı aldım.

AVM yeni açılıyordu.

Sinemada Inarritu’nun Biutiful’u vardı.

Bilet aldım.

Sırt çantamdaki çoğaltılmış ders notlarını gişenin hemen oradaki çöp kutusuna attım.

Ve eğitimcilik kariyerimin jübilesini, ajandamdaki bir ders saatında Javier Bardem’le yapmış oldum.

 

Kısa öyküler

Efendim Aşkım?

Hoş bir kadın sayılırdı. 40’ına çok az kalmıştı. Göz kenarlarındaki çizgiler iyice belli olmaya başlamıştı. Onları seviyordu; kimseyle paylaşmadığı bir sır vardı o çizgilerle arasında. Bazen onlara gülümserdi.

Gözü daldığında, o kimsenin sormadığı, içinde sakladığı melankoli görünürdü. İsteyerek sahiplendiği bir kırılganlık gibi.

Çocukluğunda annesi babası da az konuşan insanlardı. Ailece bunu seviyorlardı. Sessizce birlikte var olma. O yaşam biçimini ne kadar sindirdiğini fark etmişti sonraları. Bir tür iç bağımsızlığı. Şeffaf balonlar içindeki özel alanlar. Beraber ama özgür.

Geç evlenmişti. Bir aile dostları tanıştırmıştı. Üstü kapalıca görücü usulü gibi olmuştu.

Kocası medeni bir insandı. Evet, bu ifadeyi kullanmıştı kendi kendine ilk gördüğünde. Ölçülü, ağırbaşlı, görgülü, ciddi görünümlü ve az konuşan. Babası gibi. Yaşça ondan büyüktü. Yakışıklı sayılırdı. Şık giyinirdi. Giyiminde özenli, titiz. Alışkanlıklarına bağlı. İyi bir tahsili vardı. Kendi şirketinin yöneticisiydi. Her şey doğruydu. İtiraz edecek hiçbir yan yoktu.

Çocuksuz, evliliklerinin 9’uncu yılına gelmişlerdi.

Kimseye anlatmadığı, nasıl anlatacağını bilemediği bir şey vardı.

Kocası ikisi adına da düşünüyordu. Önceleri hoşuna bile gitmişti; çünkü güçlü bir karakterdi. Belki de normal bir şeydi. Çözümcüydü. Yapılacakları, kısa, net, önemli ayrıntılarıyla talimat gibi sıralardı. Aklında tutmaya çalışırdı, dikkatli dinlerdi kaçırmamak için.

Mesela yurt dışında tatile gidecekleri yeri bir sabah böyle duymuştu. Ya da onlara o akşam gelecek misafirleri.. bahçede ekilecek yeni bitkiler için bahçıvana söyleyeceklerini.. o gün bir onarım için usta geleceğini.. hatta diş hekiminden kontrol için ikisinin de farklı günlerde randevuları olduğunu..

Aklı çok karışıktı.

İlk o anda duymanın şaşkınlığı, kısa bir kızgınlık, bir muktedirin önündeki hiçlik, bir çeşit kolayına gelme, umursamama, kendi varlığına saygısızlık, çemberin dışına itilmişlik, karşı koyma isteği, sonra vazgeçiş..

Yıllarca bu duygunun adını koyamadı. Kendine kızdı, kocasına kızdı. Unutmaya çalıştı, yeniden hatırladı. Alışırım dedi, alışamadı.

Tanımadığı bir görünmez kelepçeydi bu.

Karabasan ânı gibiydi; bağırıyordu ama sesi çıkmıyordu.

Belki de o yüzden göz kenarındaki çizgilerini seviyordu. Onlar onun sırdaşıydı. Bir tek onlar anlıyordu ve cevap veriyordu.

Gene böyle düşüncelere dalmışken içeriden kocasının seslenişini duydu. Muhtemelen işe gidiyordu, çıkıyorum ben diyordu.

Ses o kadar uzaktan geliyordu ki..

Efendim Aşkım dedi kendi kendine.

Kısa öyküler

Grande Cour (*)

(*) Grand kur, büyük avlu

Gece geç bir saat değildi. Kış. Yerler beton, ıslak. Büyük demir kapının üzerindeki ölgün lambanın ışığı yere yansıyordu. Avlunun etrafı yüksek, eski, taş bir bina. Bir tarafında sac bir sundurma vardı. Ortada kocaman gövdeli bir çınar, kim bilir kaç yaşında. Bu kadar yaşlıysa hep oradaymış demek, hiç başka ağaçlarla yan yana olmamış, o soğuk, grileşmiş taşlardan başka şey görmemiş. Sadece gökyüzüne uzanabilmiş.

Çocuk Grande Cour’da yalnızdı. Kollarını sıkıca koltuk altlarına kavuşturmuş, sundurmanın orada ayakta, duvara yaslanmış. Islak bir soğuk vardı. Sanki bedeni değil, ruhu üşüyordu. Gözü dalmıştı. Belki de aslında demir kapının oradaki o zayıf sarı ışığın ıslak betondaki yansıması üşütüyordu onu.

Yatılı hayatı böyleydi.

Akşam etüdünden sonra yemekhaneye gitmişlerdi. O hep yerlerdeki talaşın koktuğu yemekhaneye. Umursamaz tavırlı, kimseyle konuşmayan müstahdemlerin olduğu, avluya bakan, tavana yakın dar pencereleri olan zeminin altındaki yemekhane.

Her gece aynı.

Yemekhane çıkışı, yatıncaya kadarki serbest saat onun kepenk indirme vaktiydi. Yoktu bir derdi. Akşam etütte ders çalışırken yorulmuştu belki. Ya da sürekli etrafındaki insanlardan sıkılmıştı, bu onun kendi başına kalma zamanıydı.

Düşüncelerini birbiri ardına koştururdu o anlarda. En çok bisikletini düşünürdü. Yaz tatilinde gene onunla bilmediği yollara gidecekti. Evdeki odası, okuyacağı kitaplar.. Bir Spirou’su vardı, en sevdiği çizgi kahraman, onun bir de uzun kuyruklu hayvanı vardı, le Marsupilami.. onların bütün maceralarını almayı planlardı. Doymamacasına okuyacaktı.

Yatmadan önceki bu zaman bitmesin isterdi. Hayalleri kesilmesin.

Sonra yatakhaneye çıkılırdı. Uzun, yalak gibi musluklarda diş fırçalanır, boş tuvalet yakalanır, sürveyan ışıkları kapatmadan bütün bunlara yetişmeye çalışılırdı.

Kalörifer, soba, hiçbir şey yoktu yatakhanede. Yorgan, üstüne iki battaniye.. büzüşüp ısınırdı. O da kendine ait bir evrendi. Yatağın içindeki o ânın gelmesini beklerdi.

Gene böyle bir geceydi. Yarı karanlık, ıslak, soğuk.  Duvara yaslanmıştı gene. Elleri koltuk altında. Küçücük bir gülümseme. Kimbilir neler hayal ediyordu.

Karanlığın içinden birisi yaklaştı.

Tanıdıktı ama hatırlayamadı.

“Baba iyi misin? Ne oldu? Ne yapıyorsun böyle ayakta? Işığı da yakmamışsın? Hadi gel yatırayım seni. İlaçlarını da getiririm. Hadi..”

Yatakhaneye çıkma saatı mı gelmişti? O çocuk yeni sürveyan olmalıydı. Hayallerini kesti orada.

Yarın gece devam ederdi nasılsa.