Anılar

Bitmeyen iş

Çok büyük bir kurumdu. Proje de olacak iş değildi; hedefi muğlak, bir tane yaşanmış örneği yok. Üstelik gizli gündemli; sonuçlarını, yukarısı, kendi sorununu çözmek için kullanacak.

Niye girmiştim ben o işe Allahım?

Neyse anlatayım.

İlk umudum -her zamanki can simidim- içeriden bir ekip oluşturmaktı. Geçici yönetici gibi; ‘hadi çocuklar, şimdi şöyle yapıyoruz’. Nerdee? Söylemişlerdi ama, bulamazsınız diye. Onlarca kişiyle görüşmeden sonra sadece bir buçuk kişi çıktı. Onlar bile tartışmalı; bin tane günlük işleri var ve kerhen ‘ee hadi ne yapılacaksa yapalım’ havasındalar. Ben yüküm.

Dönüş yok, devam.

İşin sahibi yönetici acayip detaycı. Takipçi. Bundan sonraki adımda tam ne olacak diyor. Yahu ben biliyor muyum? Ne önersem, bu bizde olmaz diyorlar. Mesela projenin ortalarında bir yerde tüm planladıklarımın bir sebepten dolayı orada mümkün olamayacağını anlatmışlardı. Öngörmem mümkün olmayan bir nedenden.

Öyle bir kör uçuştu.

Kendimi o kadar yalnız hissetmiştim ki. Kocaman bir kurum, karşısında ben: Don Kişot. Her tarafta yel değirmenleri. Atım uyuz. Yanımda bir Sanço Panza bile yok.

Sayısını unuttuğum defa gitmişimdir, bir kısmı boşu boşuna. Bir bakarım, benim bir buçuğun ‘buçuğu’ yıllık izne çıkmış. Gelir, bu defa kurumda o gün bir olay patlar, hepsi ona gömülürler, dokunamazsın.

Bütün bunlara rağmen tüm çabamı ve bildiklerimi koydum, 4-5 ayda ortaya bir sonuç çıktı.

Dediler ki, hadi şimdi bunu hayata geçireceğiz.

Yahu işin o kısmının bir sürü diplomatik yanı var. Üst yönetime anlatılacak, bilmediğim niyetlerle yapılan itirazlarla boğuşulacak.

Bir yerde koptum. Yok dedim, beni aştı. Size söz, sınırsız süre için projeyi düzeltirim, geliştiririm, gerektiği kadar ek çalışırım ama içeride satışını ben yapamam.

Azat ettiler.

Sonra duydum ki, satamamışlar, rafa kalkmış.

Anılar

Bir iflas erteleme çeşidi

10 yıl oluyor. Artık rölantideydim. Meslek tarzımı değiştirmeye çalıştığım zamanlar. Yoğun eğitmenliği bitirmek istiyordum. Blogun fikir temelleri atılmış, hazırlıklar sürüyor. Şirketimi kapattım, serbest meslek mükellefi oldum. Niyet belli de, bir şeyler daha tam oturmamış.

İK’ya aşina olanlar bilir, bir sürü küçük danışmanlık firması vardır piyasada. Sayamazsınız bile. Çoğunun bir uzmanlığı yoktur, ne iş çıkarsa. Çapariyle balık avlamak gibi, tüye gelenlerle çark bazen döner, bazen dönmez. Bunlardan biri, bir sürü iğneli oltasına bir de eğitim takmış. Oturtmuş telefonun başına iki genç çocuk, sabahtan akşama telefonla satış yapıyorlar.

Eğitmen falan yok ortada, iş çıkarsa islim arkadan gelecek. O zaman bakacak bulacaklar bir yarıcı.

Birgün çok büyük balık vurmuş. Denk gelmiş. Muhtemelen biraz ilişkiler de vardır işin içinde. Koskoca bir holdingin tüm yöneticilerini kapsayan, günlerce sürecek, birkaç yüz kişiyi hedefleyen bir program. Telaş olmuş tabii, kim yapacak diye.

Bana sormuşlardı, ‘belki kabul etmezsiniz ama gene de bir sormak istedik’ diye.

Hadi dedim kendi kendime, bir altın vuruş yapalım. Zor proje, yoracak beni, ama dişime de uygun. Son büyük eğitim projem olsun, peki dedim. Sonra yeni hayatıma geçerim.

Yaptım. İyi de oldu.

Bünyem sağlamdır, ağır eğitim tempolarına alışkınımdır ama gerçekten bir maratondu.

İşim bitti. İK firmasının eti ne butu ne dedim, tahsil etsin paramı öyle alırım, sıkboğaz etmeyeyim. Bekle Allah bekle. Haftalar geçti. Birkaç kez sordum, biz de bekliyoruz dediler.

Galiba 3 ay geçti.

İsyan ettim artık. Bir mail yazdım sahibine. Ben holdingle temasa geçiyorum, oradaki tüm yönetimi tanıyorum, haberiniz olsun dedim.

Yapmayın, onlar ödedi dedi.

Meğerse çoktan almış. O kadar dardaymış ki, dağıtmış parayı. Yarım maaşlar, hacizler için avans, ofis kirasının bir kısmı, benim emeğim uçmuş gitmiş.

Çıldırdım. Hakaretsiz, onur kırmadan, hazmı zor bir mail yazdım.

İki gün içinde hepsini ödedi. Nereden buldu bilmiyorum. Kim bilir, belki ben de başkasının hakkını aldım.

Bugün bu yazıyı yazmadan web sitesine bakayım, ne yapıyorlar acaba dedim. Kullanım dışıdır diye yazı çıktı.

Mazi olmuş gitmiş yani.

Anılar

Garson nasıl bulunur?

En çok iz bırakan iş hayatı yıllarım Bank Ekspres’di. Çok sevdiğim İbrahim Betil’in dönemi. Başlangıç zamanları.

İbrahim beyin zihninde canlandırdıkları onun gerçeğiydi; bir hayalden öte.

Görmüşçesine anlatırdı.. sonra.. siz de görürdünüz onu.

Derdi ki, özellikle şubelerde bazı kişiler çok önemli. Mesela kalite yönetmeni. Masasız, yarı ayakta, belki en fazla bir yere ilişen. Her şeye hâkim. Ev sahibi. Karşılayan, çözen, duyan, karar veren, herkesle iletişime geçen (şube müdürünün odası en dipteydi, çünkü roller değişmişti, onun misyonu başkaydı).

Birisi garson. Ama tam garson da değil. Batman’in hizmetkarı rolündeki Michael Caine gibi. Tabii ki İbrahim bey öyle demedi ama bir ‘butler’. Âkil garson. O da şubeye gelen önemli müşterilerin duygularını yakalayacak. Bir ağırlama profesyoneli. İnsan tanıma ustası. Kendi mesleğini aşmış bir insan. Ama asla Genel Müdürlük’de çalışanlara hizmet için böyle biri olmayacak, o sadece müşteriler için. Başka bir düşünme biçiminden bahsediyoruz.

Birisi vale. O da çok önemli. Şubelerde otopark ondan sorulacak. Halledecek o işi. Arabasıyla gelen hiç düşünmeyecek. Ne kadar basit geliyordur bunlar şimdi size. Bugün her yer vale dolu değil mi? Ben ilk valelerden bahsediyorum. En erken formu.

Biraz canlandırabildim mi o günlerde İbrahim beyle ne kadar yaratıcı bir İK’cı olmak gerektiğini?

Bunlar küçük iş değil. Arada çıkartılabilecek şeyler değil. Şube müdürü bulmaktan daha zor.

Dikkatli dinlerdim. Her kelimesini yakalamacasına. Asla o anda bildiğim bir şeye indirgemeden. Onun gibi bakmaya çalışırdım. Sonra sıra aksiyona gelirdi; nereden bulacağım şimdi ben bunları? En zevkli kısmı oydu: Karışılmadan, müdahale edilmeden tasarlamak.

90’ların başı. İnternet’in erken zamanları. Kariyer sitelerini falan daha rüyamızda bile görmezdik. En fazla yapabileceğimiz, Hürriyet İK ekinde özgün ilanlar tasarlatmak ve o kaotik sayfaların arasında iyi bir yer kapmak.

Bu pozisyonlar için bunu yapmaya kalkıştığımı düşünmüyorsunuz değil mi? Kalır tek yol: Kalk yerinden ve bul onları!

Yıllardır gittiğimiz bir balık lokantası vardı. Garsonları ismiyle tanırdım. Biri vardı, aklıma o geldi, bir akşam kartımı verdim, beni ara yarın dedim. Bond filmi gibi. Kolay mı, yılların balık garsonuna çay kahve servisi yap diyeceksiniz. Kabul etmişti.

Aynı şeyi aşina olduğum bir değnekçiye yaptım (o zamanlar işin ismi tam buydu). Sokakta ayaküstü sohbet etmiştik uzunca. Mülakattı o aslında, çok sevinmişti önerime.

Kalite yönetmeni adaylarıyla konuşurken, onlar, şık bir üniformayla ortalıkta dolaşıyordu zihnimde:) Her biri farklı bir iş yapıyordu evvelinde.

Bunları yaparken heyecan duydum. Hepsi hayalin gerçeğe dönüşmesiydi.

Zaman, yaşamlar, her şey bugün değişmiş olabilir. Bence bir şey değişmedi: İK’cı, mesleğini, sahada ve hayal gücüyle yapar.

Anılar

Felsefe yapma!

Çok uzak değil, 2016’nın başları.

Benden alışılmış bir şey istendi: Yeni performans sistemine geçeceğiz, tarafsız bir kişi olarak anlat millete.

‘Anlat’ dediklerinin içi tanımsız. Aslında diyorlar ki, bul bir yolunu benimset, yeter ki sorun çıkarmasınlar.

Sorumluluk hissettim, ya benden bilirlerse süreci? Bir sürü soru sorabilirler, önce benim iyi anlamam lazım. Şunu iyice açıklayın bana dedikçe uyduruk anlattılar. Anlaşıldı, zaten orijinal hiçbir şey yok içinde. Bildiğimiz konvansiyonel performans.

Bir çıkış yolu bulmam lazımdı.

Şöyle düşündüm: Ben en iyisi hap gibi bilişsel işleyişi anlatayım. Performans, bahane olsun. Diyeyim ki insanlara (ki hepsi yöneticilerdi), ‘ikileminiz var.. ya tutum geliştireceksiniz, ya davranışa zorlayacaksınız, seçin’. Aslında çaktırmadan 2 saatte yönetim eğitimi olacaktı. Araya algısal illüzyonları da ekledim; bu kadar da kolay yanlış algılarız insanları diye.

‘İşin özü anlattıklarım, yeni yöntemin sürecini tıklayıp okursunuz, bütün mesele günlük gerçek hayatta yaşadıklarınız’ diyordum.

Adım adım anlatımımı tasarladım. Süzülmüş nokta atışlar. İki saatlık bir mini eğitim.

Başladık.

İkinci ya da üçüncü grup muydu neydi, birgün genel müdür yardımcısı da katıldı. Tam anlatırken sözümü kesti. Felsefe bunlar dedi. Yani diyor ki, boş konuşuyorsun.

Sonra fırladı ortaya. Ben orada değilmişim gibi kendi anlatmaya başladı. Bildiğimiz motivasyon konuşması; finansal hedeflerimiz çok önemli, başarmalısınız, arkanızdayız.

Çekildim. En arkaya gittim. İçimden o anda geçen, sessizce oradan çekip gitmekti. Sakin. Kapıyı çıt diye kapatıp yok olacaksın. Yapma oğlum dedim, bu deve güdülecek, sen bir profesyonelsin, atlatırsın bunu da, dayan. Adam konuştu konuştu.. Hatırlamıyorum nasıl bitti o gün, hafızam silmiş.

Bir sürü grup vardı daha anlatılacak. Yepyeni bir şey tasarladım. Tamamen gerçek performans anekdotları, arkasından birkaç püf noktası tavsiye. Ne temel bilgi, ne bir şey.

Projeyi, içime rağmen nasıl tamamladım anlatamam. Millet memnun.

Bir daha onunla karşılaşmadık. Herkes yoluna gitti.

Anılar

Liderler Kahvesi 2019’un öyküsü

Benden net, samimi bir şey istendi: Bu sene sen organize etsene. Yılların Liderler Kahvesi. Bir MCT klasiği. İnce iş; yok öyle gözü kara dalmak. Yeni bir üslup çıkacak ortaya; onların kurumsallığının içinde bir tutam benim tarzım.

Bu yılın başları. Aramızda bir yöntem toplantısı yaptık. Yumağın neresinden ipin ucunu çekelim? Sonuç: Başlamazsan anlayamazsın.

Yumuşak bir başlama vuruşuyla başladık; herkese açık bir politikaları anlatma toplantısı. Oyun öncesi kuralları koyma. Gönüllülerde kısıt yok, imtiyaz yok, seçme yok. Tek ölçü, istemek; var mısın, o kadar.

Çok isteklisi çıktı. Şunu düşündüğümü hatırlıyorum, nasıl organize edeceğim bu büyüklükte bir grubu?

İlk adım, sağlam haberleşmeydi. Hızlı ve etkili olmalıydı. Bu da WhatsApp demek.

Dedim ki, işte telefonum, bana sadece kim olduğunuzu ve nerede çalıştığınızı yazın. O gece aktı mesajlar. 39 kişilik bir grup oluştu, adına da büyük grup dedik. Ve temel bir kural koyduk; bu bir haberleşme panosudur. Sadece projeyi yönlendiren yazacak. Cevaplar özelden. Çözdük mü böylece kocaman bir grupla ışık hızında haberleşmeyi. Haber akışının gecesi gündüzü yok. Bir sürü insan tek zihin olduk.

Sonrası kendiliğinden aktı.

Çılgın bir seçmeli konular listesi geldi önlerine. Bazı konuları seçmeye cesaret isterdi. İsteyen istediğini. Hatta sonradan değiştirmek bile serbest. Tek başına kalanlar oldu, kal dedik, kendi başına yürü.

Ve maraton başladı. Ne aksilikler çıktı. Kaynak bulamayanlar, bulup içinde kaybolanlar. Hepsi karşılıklı an be an çözüldü. Kimisinde başlığı değiştirdik, kimisinde konuları birleştirdik, kimisinde tamamen yeni konuya geçtik.

Bir tek şeye dikkat ettik: Zincirleme olsun. Bir önceki, sonrakine hazırlasın. Aslında hepsi bir bütün olsun.

Sonra çok haklı insanî dinamikler çıktı. Çünkü hayat devam ediyordu. Çekilenler oldu. Birisinin bıraktığını, başkası aldı götürdü.

Bana bir tek şey düştü: Hayatın temposunu kabul etmek ve ona ayak uydurmak.

Serbest salınım:)

En zevklisi anlatımları tasarlamaktı. İçerik iyi hoş da, nasıl farklı anlatılır? Deneysel yöntemler yaratıldı.

Ortaya özgün şeyler çıktı.

Bu projenin en çok kazananı emek verenler. Bundan daha etkili bir öğrenme olamaz.

Yarın sunumları var.

Baş oyuncular, o ilk 39 kişi. Hiç önemli değil sonuna kadar katılamamış olmaları. Onlar bu hayalin sonunu görenler.

Ben şu anda bir gözlemciyim.

Bir daha yazacağım. Neyi çok iyi yaptık, neyi tam yapamadık diye. Yaptığımız işin kalitesi, bu objektifliği gerektirir.

Şimdi susuyorum ve o 180 dakikayı bekliyorum.