Hard İK

Örneklerle stratejik İK

Hani örneklerle Türk şiiri, örneklerle kolay ekonomi falan olur ya, bu ondan.

Ders yok, sadece örnekler ve en sonunda bir çıkarsama var. Bu defa kavramlaştırma yapmıyorum, o çok yapıldı.

1- İş ilanı vereceklerdi, profil çıkarmak lazım. İdeal eşi hayal etmek gibi bir şey. Belli üniversitelerin adını açıkça belirtmeyelim tepki çekeriz dediler. Bölüm yazsak mı, yok yok, bir sürü istemediği bölümde okumuş çocuk var, o da yanıltır bizi dediler. Yaş? Birisi dedi ki, özel yetenekli erken bitirmişler var, ya da iki yüksek lisans yapmışlar var, insanları ziyan ederiz. Deneyim? Başka yerde edindiği alışkanlıklarla gelmesin, değiştirmek daha zor, gözünü bizde açsın dendi. E bir şey kalmadı. İlanda sadece pozisyonun adını yazdılar, hiçbir kısıt getirmiyoruz, biz seçeriz dediler. Öte yandan işe alma sürecini baştan aşağı yeniden tasarladılar.

2- Yönetim koçluğuna ihtiyaç var gibi görünüyordu. Yıllarca müşteri temsilciliğinden, kanal yöneticiliğine geçenler vardı. Bölüm değiştiren deneyimli yöneticiler vardı, hem yeni işi öğrenecek, hem tanımadığı insanlarla çalışacaktı. Şöyle bir fikir geldi: Önce içeriden ‘buddy’lik deneyelim. Her durum kendine özgüydü, dolayısıyla buddy’ler de birbirlerinden çok farklı olacaktı. Yılların saha satış müdürünü, yeni ürün grubu yöneticisine buddy yaptılar. Genel müdür, operasyondan pazarlamaya geçen bir direktöre buddy oldu.

Birkaç ay sonra yeniler kendi kanatlarıyla uçuyordu.

3- Çıkış mülakatlarında, insanlar hep bir umutsuzluk duygusundan bahsediyordu. ‘Belirsizlik’, ‘tıkanıklık’, ‘unutulmuşluk’, ‘monotonluk’, ‘duyarsızlık’, ‘kurum körlüğü’.. söylediklerinin arasında böyle sözcükler vardı. Şöyle bir karar alındı. Bunlar birer boyut olarak ele alınacak ve halen çalışanların tutumları ölçülecekti. Çıkış mülakatı bulguları, kurum kültürü araştırmasının verileri haline gelmişti. Bu tutumların, içeride, hem yaygınlığına, hem derinliğine (şiddetine) baktılar. Sonuç şaşırtıcı derecede ipuçlarını teyit ediciydi.

Gidenlerin, kalanlara çok büyük bir iyiliği olmuştu.

4- İK’ya, artık merkezî çalışmayacaksın dediler. Sadece özlük ve bordro bir yerde yapılacaktı. Her kalabalık bölümün içinde aynı zamanda onlar gibi çalışan bir İK’cı olacaktı. O kişi çift şapkalı olacaktı yani. İK yöneticisi de kurumun iç danışmanı ve icra kurulu üyesiydi.

5- Yönetim kurulu üyelerinin her biri aynı zamanda bir veya birkaç bölümün ‘executive’iydi (tepe hat yöneticisi mi demeliyim?) Kiminin birlikte çalıştığı bir direktör vardı, kiminin yoktu. Toplantıları, icra kurulu toplantısı gibiydi. Yönetim kurulu, kolları sıvamış şirketi yönetiyordu.

Her biri ayrıksı. Her biri durumsal çözümler. Her biri sonuç odaklı. Her biri cesur.

Başka diyeceğim yoktur.

Anılar

Kaç kaç, geliyor

M.Ö. 1976

Üniversite yıllarımız. Dünya bambaşka o zamanlar. Yaz tatili için bugün bildiğiniz şeyler yok. Ne doğru dürüst otel, ne uçak, ne rezervasyon. Arabayla ya da otobüsle gidilir, orada Allah ne verdiyse bir yer bulunur. Yurt dışı tatilleri hele apayrı bir ayrıcalık.

Paramız kısıtlı ama bir arabamız vardı. Bir erkek arkadaşımla düşündük, ne yapılır bu parayla diye. Fikir ondan çıktı; Doğu bloğu dedi. Orada kral olabilirdik. Hele komşuysa, arabayla gitmek de kolay. Neresi? Köstence. İzmir’e gider gibi bir yol, 5-600km bir şey. Rahatça bir günde ulaşırız. Kampingde kalırız, çadırımız var.

Lei, TL’ye ya eşitti, ya altındaydı. Hatta efsaneler vardı, onlarda bulunmayan şeyler alın yanınıza, sabun, blucin gibi, iyi fiyata satarsınız diyorlardı.

Karar verdik, arabayla Romanya’ya gidiyoruz.

Sınır kapısı bomboştu, tek araba bizdik o yöne giden. Hatırlamıyorum, ya Kapıkule, ya Hamzabeyli’ydi. Bulgaristan’a girip çıkmıştık. Galiba öğleden sonra ikinci sınıra geldik. Ama bir sorun var, tabelalar Rumence, bazı kelimeleri çıkartıyoruz ama hiç anlaşılmayanlar var. Elimizde yetersiz bir harita.

Her tarafta kocaman yazılar: Viva Partidul Communist Romania. Binaların üzerinde dev Nikolay Çavuşevsku resimleri. Arabalar bir tuhaf, Allahlık Trabant’lar, Lada’lar, bizim Renault 12 lüks kalıyor düşünün. Kabul ediyorum, ilk saatlerde tırsmıştım, başımıza bir şey gelse, kaybolup gideriz, kimse bulamaz bizi bir daha.

Ve biz yolu kaybettik. Constanta (Köstence) yolunu bulamıyoruz. Yol dediğiniz, yerleşim yerlerinin içinden geçen daracık bir şey; yolumuzun üstündeki alakasız küçük bir Rumen kasabasından çıkamıyoruz.

Sormamız lazım. Ben sormayı sevmem. Dostum acayip girişken bir karakter. Laurel Hardy’yiz (ben şişman olan karakter). Ama sokaklarda insan yok, her yer hüzün, boşluk. Terk edilmiş gibi.

Tam o sırada ileride bir motosikletli gördük. Motosiklet, sepetli. II’ci Dünya savaşındakilerden zerre farkı yok. Sürücünün gözlükleri falan, tam film kaçkını gibi.

Olay bu.

Galiba ben kullanıyordum. Bizimki yanaş şuna dedi. El kol, durdurdu adamı. Tek söylediğimiz ‘Constanta’. Diyoruz ki adama, bize ana yolu göster, nasıl çıkacağız şu lanet kasabadan. Elinle işaret et bitsin değil mi, başladı sular seller gibi anlatmaya. Sanki Rumence biliyoruz da konuşamıyoruz. Ben içeriden, abi yeter bırak şu adamı gidelim dedim. Neyse, işaretle tamam sağ ol dedik, ben gazladım.

Bir baktım aynadan, adam taktı gözlükleri arkamızdan geliyor, bir yandan eliyle bir şeyler yapıyor hâlâ. Muhtemelen, dediklerinden bir halt anlamadığımız için ben yine yanlış gidiyordum, o da gitmeyin yanlış yol diyor.

Yahu arkamızdan geliyor bu dedim. Bizimki orada ‘o sözü’ söyledi: Bastır bastır, gazla. Ben de havaya girdim, hızlandım. Yahu herif de hızlandı. Geliyor peşimizden. Allahın unuttuğu Rumen kasabasının sokaklarında kovalamaca başladı:)

Neyse abartmayalım, hakikaten kaçtık ama.

Nihayet peşimizi bıraktığında bile rahatlayamadım. Sanki her an bir sokaktan çıkacak, biz ters yöne yine kaçacağız duygusu.

Kampingde yaşadıklarımız başka bir yazıya.

Anılar

“Patte de veau” (*)

(*) Dana ayağı ya da dana paçası

Kazablanka’dayız. Paris uçağından yeni inmişiz, yolculuğun ilk günü. Öğleden sonra bir R4 kiralayacağım (Renault’nun en basit modeli) ve onunla vuracağız çöle. Akşama hedef Marakeş. Yetişir miyiz, çöl yolu nasıldır, nerede kalacağız, hiçbir şey belli değil.

Kendi çapımızda maceranın dibi.

Hadi öğlen güzel bir yemek yiyelim dedim. Herkes Fransızca konuşuyor, yemekleri anlamakta, siparişte ‘sıkıntı yok’. Tabii bu arada unutmayın, ne İnternet, ne cep telefonu, yok öyle şeyler. Sene, Milattan sonra ya 1993 ya 94. Sordum birkaç yere. En iyisi şurası dediler, bahçeli bir yer. Adana’nın asmalı kebapçıları gibi.

Mönüyü inceledim. Hesap dert değil. Zaten ortada öyle sorun yaratacak fiyatlar da yok. Listenin baş yemeği, tajine’de dana ayağı. Daha tajine’le tanışmamışız, gördüm etrafta, peri bacası gibi bir güveç kabı. Şöyle bir şey:

Fransızca ‘tajin’ diye okuyorsunuz, malum biraz genizden. Arapça’sında a’yı iyice uzatıyorsunuz. Tencere işte.

Neyse, ayak-paçaya bayılmam aslında, bizde olsa aklıma gelmez. Şöyle düşündüm; madem listenin baş yemeği, Fas usulü, üstelik yabancı da değil, en fazla hayatımda karşılaştırma imkanım olur.

Ve yemeğim geldi. Hani lüks mekanlarda bakır kapaklı tabaklar olur, masada biraz şovdan abartılı açar garson. Tajine’in bacasını öyle açtılar. Yemeğin görünümü şöyle bir şeydi:

O gördüğünüz beyazlar ayak kemiği. Yalnız önemli bir detayı söylemeden geçemeyeceğim, ayak kılları da vardı üzerinde. Kalmış kıllar. Olay o anda neye dönüştü biliyor musunuz, hani Indiana Jones’da bir sahne vardı, yerliler bizimkine ziyafet veriyordu, masada tabağın kapağını bir kaldırdılar, canlı böcekler, böyle simsiyah karafatma gibi şeyler, kımıldıyor hepsi. Indiana, yemek zorunda kalmıştı. Ben de kılların yanından et ayıklamaya çalıştım. Yapamıyorum, hem bir şey çıkmıyor, hem gözüm kıllara takılıyor. Belki de elle falan emerek yeniyordu, bilmiyorum. Olmadı çatalla.

Ben her şeyi yerim. Zaten bende kedi merakı da var. Hayatta çok az bozum olmuşumdur. Birisi de buydu.

Aç kaldım aç.

Kısa öyküler

Mahpus

Hep oradaydı. Hatırlamıyordu ne zamandan beri. Bilmek de istemiyordu, ne kadar oldu, ne kadar sürecek.

Kocaman taş bir bina. Taşlar kararmış eskilikten. İçerisi karışık. Dar merdivenler, koridorlar, kilitsiz, kapısı kapalı odalar. Her yer sessiz. Boş gibi ama bir sürü başka insan var. Ötekiler nerede bilmiyordu. Gardiyan yok. Mahpuslar kendi başlarına yaşıyorlar ama dışarı çıkamıyorlar. Kimse karışmıyor onlara, orada unutulmuş gibiler. O yüksek duvarların arkasında serbest, terkedilmiş.

Avluyu severdi. Kimse yokken. Kuyunun dibinden yukarıdaki ışığa bakmaktı orası. Duvarın bittiği yerle gökyüzü, iki yapışık parça; yan yana, bir bütün. İçiyle dışı. Bilinenle bilinmeyen. Mahpuslukla özgürlük.

Duvarların arkasını bilmek istiyor muyum diye çok düşünmüştü; hayır. Nasılsa birgün öğrenecekti. Başkalarından duymak istemezdi. Onların gerçeğine inanmıyordu.

İçeride her yere dikkatli bakardı, hafızasına kazırdı. Bedeni gibi görürdü her bir taşı. Birgün bırakacağı kozası. Hiç acele etmeden, dokunarak, bazen koklayarak, bütünleşmişti orayla. Çok zamanı olmuştu bunu yapmak için. O kadar ezberlemişti ki, yerinden kalkmadan zihninde dolaşırdı bazen.

Oradakiler birbiriyle pek konuşmazdı. Nedenini bilmediği bir engel vardı herkesin arasında. Bir güvensizlik, bir savunma hali. Sevgisizlik. Sevmemeye alışkındılar. Kural buydu.

Bir hayali vardı. Oradan uçarak gitmek. Anlamayacaklar. Fark etmeyecekler bile yokluğunu. Kimseye söylemeden. Hep o telin üzerine konan serçenin yüzünden. Nereye gittiği değil, gidivermesi güzeldi. Bir anda yok olurdu.

Galiba avludaydı. Sırtını bir yere yaslamıştı. İçi yandı birden. Çok tanıdık.. sigara dumanı. O işte. Gene o. Asit gibi. Ciğerlerine içeriden saplanan bıçak gibi. Ama kimse yok ki etrafta? İçine bir çaresizlik çöktü. Çırpınma isteği. Kısılmışlık. Kaçamama. Bir telaş duygusu. Oradan kurtulması lazımdı.

Gözünü açtı birden.

Okulun ağaçlık büyük bahçesinde, öğle molasında sırtını bir ağaca yaslamış uyuyakalmıştı. Güneşli bir kış günüydü. Başı öne düşmüş, biraz yana kaymış. Yakınında sigara yakmıştı öteki öğretmenler.

Gündüz rüyası görmüştü.


Ama kendini hâlâ o avluda hissediyordu.

**

Not: Lütfen öyküyü bir de şöyle okuyun; bina ve mahpusluk bu Dünya’daki yaşam, duvarın ötesi ölüm sonrası.




Hard İK

Geri bildirim nasıl yapılmaz?

Geçmişte yıllarca performans görüşmesi diye insanlara gereksiz sıkıntılar yaşattık. Hiçbir şeye yaramayan yapay mizansenler. İnsanları yaraladık, iyice kapandılar, anlamadılar, kişiselleştirdiler.

Şimdi zarf değişti, mazruf (zarfın içindeki) aynı. Geri bildirim diye yapılan şey, bir deja vu.

Hadi, her zamanki gibi, size gerçek hayat üzerinden anlatayım.

* En önemlisi; kanıtsız konuşulmaz. Bu, önceden dersini çok iyi çalışmak demek. Hukukçuların dosya hazırlaması gibi. Her söylenen, yaşanmış örnekleriyle açıklanacak.

Yetmez. Bunun için bir geri bildirim görüşmesi beklenmez. Çoktan söylenmiş olmalı. Hatayı yaptığı anda. İstenmeyen bir davranışı gösterdiği anda. Geri bildirimde, ondan sonrasının sonuçları konuşulur; istenen gelişme oldu mu, ne kadar oldu, neden olamadı? Yüzüne hüküm okur gibi değil, gerçekten anlamak için. Onu dinlemek için.

* Hep iyi şeyler söylenmek zorunda değil. Bu bir motivasyon seansı değil. Ortada olumsuzluklar varsa, onlar da konuşulabilir. Hem de dümdüz. Net.

Bana diyorlar ki, bizim kültürümüze uymaz, insanlar küser. Ben de onlara diyorum ki, sokaktan geçen birisini çevirip konuşmuyoruz, iş insanlarının tanıdığı bir alt kültür var. İş ortamları kültürü. Haklı ve yapıcıysanız onları şaşırtmaz.

Bana bir de diyorlar ki, kaç defa söyledim fayda etmiyor. O zaman geri bildirim aşaması geçmiştir artık. Kalp kırmanın anlamı yok, kişisel bir düşmanlığı yok kimsenin, olmayacağı anlaşıldıysa o da gerekçesiyle söylenebilir. Yıpratmadan. Medenice. Hatta bu bile, o insana, bir sonraki işi için iyilik etmektir.

* Yöntemin, asla bir ritüeli yok. Şekilsiz olmalı. Geri bildirimin en önemli üstünlüğü bu. Her yerde, her an olabilir. Hatta sohbetin içine gömülü olabilir, ilk bakışta anlaşılmayabilir bile. Bildiğim bir örnekte, bira içmeye gitmişler, orada konuşmuşlar. Üslup şartı yok. Süreç yok. Zaman yok. Yer şartı yok. Süre yok. Bir dakika da sürebilir: ‘İyi oldu’. Ya da ‘hayır, bir daha dene, düzelt bunu’. Bu kadar. O kişi, o sözü çıpalar. Yeter ona.

* Gene de yardımcı olacak bir şablon vereyim.

Bilgi eksikliği konuşulabilir. Şunu daha iyi öğrenmen lazım denebilir. Tabii nasıl yapacağı da.

Bir becerinin geliştirilmesi gereği konuşulabilir. Biliyorsunuz, beceri, yapa yapa kazanılan ustalık demektir, bilgiden farklı. Mesela veri analizi bir beceridir. Strateji çıkarmak bir beceridir. Özetlemek bir beceridir. Bunlardaki gelişmeyi görmek ve sürekli yönlendirmek de başka bir beceri tabii.

Davranışlar, çok güzel geri bildirim konusu olabilir. Yapma böyle denir. Nedenleri anlatılır. O davranışın doğrusu söylenir, hatta kademelendirilir. Mesela arayıp ulaşamamış bir müşteriye aynı gün içinde dönülmesi beklenen en alt basamaktır. Biraz daha geliştirirsek, o müşterinin işiyle ilgili hazırlık yapıp bir sonuçla dönmesi istenebilir. Kreşendo, sonucun takip edilip, o aramadan, daha sonra bir daha onu arayıp gelişmeyle ilgili bilgi vermek olabilir.

Ama bir insanın kişilik özellikleri geri bildirim konusu olmaz. Hatta tahmin edilen tutumları bile olmaz. Onlar girilemez alanlardır.

Doğru yapılmayan geri bildirim, üfürükçünün tıbbi müdahalesi gibi. İnsanları, psikolojik travma yaşatıp bırakıyoruz.