Kısa öyküler

Kehanet

Genç adam şehirde yürüyüş yapmayı severdi. Yürümek, meditasyonuydu. Semtler, yürürken, farkında olmadan gelip geçerdi.

Birgün adını bile bilmediği bir mahalleden geçiyordu. Haliç’de bir yer. Yorulmuştu. Dönüşteydi artık. Küçük bir park gördü; tozlu, bakımsız, denizin hemen yanında. Çocuklar için uydurma bir plastik kaydırak konmuş.

Bir tane bank vardı kaydırağın önünde. Herhalde çocuklarını bekleyen anneler için. Yaşlı bir adam oturuyordu.

‘Müsait mi?’ diye sordu, cevabını beklemeden ilişti. İkisi de birbirine bakmamıştı.

Yaşlı adam, başını döndürmeden, kendi kendine konuşur gibi ‘genellikle yalnız olurum burada, rahatsız etmedin, otur’ dedi.

Bir şey söylemek gerekir miydi? İma mı var?

Bir sessiz zaman geçti. Sonra yaşlı adam gene kendi kendine:

’Düşünmekle olmaz, zamanla. Ne yapacağını bilemezsin, her şey durur öyle. Çaresizlik. Çok beklemek lazım. Yavaştır. Anlamazsın o zamanda olup biteni. Kendine takılıp kalırsın. Zamanlar lazım. Sonra anlarsın. Birden görürsün. Unuttuğun bir zamanda. Alakası bile kopmuştur. Öncesinde fark etmezsin. Sen yapamazsın. Senin dışında olur.’

Sesi alçak, ancak duyuluyordu.

Bana mı diyor diye düşündü. Hiç öyle değil gibiydi.

Sonra kalktı yaşlı adam. Gitti. Bakmadan.

Neydi o söyledikleri? Anlamsız değildi o sözler.

Bir gelecek okuması gibi. Olacak şeyleri söyler gibi. Yok canım.. Saçma. Tesadüfen ona uyar gibi görünen sözler işte, mümkün mü başka şey?

Her şeyin durması.. çaresizlik..

Saatlerdir yürümekten bacakları sızlarken bu değil miydi hissettiği?

Unutacak kadar çok zamanlar geçecek.. Sen yapamazsın.. Çok sonraları fark edeceksin..

Haliç’in köhne bir parkında bir kehanetle mi karşılaşmıştı yani?

Anılar

Simsar

2001 sonrası 4-5 yıl.. bir defa toslayıp devrildikten sonra, tek dizim yerde, kalksam mı otursam mı diye düşündüğüm yıllar. Ofisi iyice küçültmüşüm, Cihangir’de kuş kadar bir çatı katı; ne müşteri ağırlanır, ne bir şey. Evin dışarıda bir yerdeki çalışma odası gibi.

Önceki yerlerim, eğitimlerimi orada yapacak kadar iddialı yerlerdi. Birisi Esentepe’de bahçeli bir müstakil ev. Öteki Balmumcu’da, dev terası olan bir giriş katı.

Artık süngüm düşmüş. Elde çanta mobil eğitmen olmuşum. ‘Bana sakın gelmeye kalkmayın, ben gelirim’. Hayatıma hoş geldin ruhsuz otel salonları, fabrikasyon eğitim müdürlüğü odaları.

Birgün birisi aradı. Eğitim firması görünümlü bir ‘aracı kurum’. Hocam bir eğitim var yapar mısınız dedi.

Tını tam, müşteri var gider misin?:)

Ne diyeceksiniz, yok gitmem mi?

Peki ama sizin isminizle değil dedim. Açıkça belirteceksiniz o ayrı, bağımsızdır diye. Ne desem peki diyor. Yaptım eğitimi. Bizim aracı coştu, haftada bir tanımadığım yerler buluyor. Benim âlemim olmayan şirketler. Kimse bilmiyor beni. Meçhul bir adam geldi gitti. Katılanlar iyi demiş, eh mesele yok. Kurumun eğitim bölümü, içeriden talep geldiğinde gene birkaç teklif toplar, pazarlık eder, sonra birisi gelir eğitimi yapmaya, değerlendirme formlarında bir sorun yoksa hayat böyle sürer gider.

Bir tür FMCG.

Sonradan öğrendim ki, bizimki, bir iş hanındaki küçücük odasından her gün yüzlerce faks yolluyormuş. Bir sekreter tutmuş, o da sabahtan akşama telefonla arıyormuş. Teklif isteyenlere ne tutturabilirse. Arayıp indirim isterlerse, sizin için bir şeyler yaparız diyormuş. Mal da benim.

Utanmıştım bunu fark edince. Lekelenmiş hissettim.

Kestim. Yapmıyorum dedim. Sebep falan yok, yapmıyorum, bitti.

İnziva yılları öncesiydi. Belki de bu yaşadıklarım kararımı hızlandırmıştı. Çek git oğlum buralardan, senin harcın değil bu işler.

Simurg kuşunun eski halini dinlediniz.

Kısa öyküler

Tanıyormuş gibi

Not: Bu öykü, gerçek olaylardan esinlenmiştir, öykünün kahramanları kurgudur:)

İlkokulda küçük bir sınıfları vardı, 14 kişi. Dört tanesi de kız: Belma, Feyza, Lale, Meral.

Kızların hepsi farklı karakterlerdi. Birisi; çocuksu ama durgun, sade, düz, gerçek. Birisi; şımarık, bazen çok şımarık, taşkın, eğlenceli. Bir tanesi fazla hanımefendi, havalı, mesafeli. Birisi de neredeyse renksiz, sessiz, akıllı, dışa tamamen kapalı.

Bizimki bunlardan bir tanesini hayali sevgilisi olarak seçmişti. Hiç belli etmezdi ama severdi onu, basbayağı severdi işte. Olduğu gibi, gördüğü gibi severdi. O saf, Dünyadan habersiz halini. Bazen okuldan dönerken beraber yürürken konuşurlardı. Kız bir şeyler anlatırdı, o da kesmeden dinlerdi. Ne dediğini fark etmezdi ama dinlemek hoşuna giderdi. Gülümserdi dinlerken. Kim bilir, belki başka türlü sevgisini göstermeyi bilmediğinden.

Çok basit hayaller kurardı, elini tutmak gibi. Ona sarılmak gibi.

Sonra hayatta herkes bir yerlere dağıldı gitti. Okullar değişti. Şehirler değişti. Koptular gittiler.

40 yıldan fazla zaman geçti o günlerin üzerinden.

Birgün.. İstanbul’da Cihangir sokaklarında iki kadın geliyordu karşıdan. Biri çok tanıdık. O mu? Küt kesilmiş simsiyah saçları, minyonluğu, yüz ifadesi aynı. Aynı saf bakış. Hayat çok acımasız davranmıştı o ise. Yorgun, yıpranmış. Tereddüt etti adımları boyunca; sorsam mı, ayıp olur mu, rahatsız eder miyim?

Belli belirsiz adını söyledi tam yanından geçerken.

Oydu.

Aynı doğallık. Aynı dostluk. Zaman geçmemiş gibi. Ne konuşulur ki ayak üstü kırk yıl aradan sonra? Kısa bir sessizlik oldu, ‘kızım’ dedi. 30 yaşlarında hoş bir kız. Kız, annesinin kayıtsız şartsız yakınlık gösterdiği, yabancı, kocaman bir adama ne diyeceğini bilemedi.

Adam kıza baktı. İçinden kopan bir sıcaklıkla. Tuhaf bir andı, kendi kızı gibi.

O kız, hiç söylenmemiş çocukluk sevgilisinin parçasıydı.

Sanki onu tanıyormuş gibiydi.

Sonra.. vedalaştılar, yürüdüler. Bir defa daha hayat geride kalmıştı.

Adam, 10 yaşlarında, okuldan eve giderken, aynen onu dinlerken gibi gülümsüyordu. Bir tek o değişmemişti.

Anılar

Hiddet

Masanın arkasındaki yıllar. Kendimi işe feda ettiğim zamanlar.

Önümden akan bulanık sel suyuna kendi isteğimle atlamış gibi bir ruh haliydi.

Geceleri eve normal bir saatte gelebilmişsem yemeğimi yerken dalıp gittiğim, sürekli işle ilgili sorunlara takıldığım bir tür cinnet zamanları.

Oğlum 3-4 yaşlarında; şöyle sahneler hatırlıyorum, uyku saatında onun yatağına uzanır ışığı kapatırdım, göğsümün üstüne yatırır, sakin bir sesle, o gün olan, canımı sıkan şeyleri anlatırdım ona. Tamamen gerçek. Duygularıyla. Tam olduğu gibi. Bir süre sonra orada, üstümde uyuyakalırdı.

Onun masalı, benim terapim.

Sabahları çok erken giderdim işe. Binada kimse gelmemiş olurdu daha. Bir gün önce not aldığım konuları elden geçirir, yapılacakları planlardım.

Bir yardımcım vardı. Havalı bir kadın. Sağ kolum. Benden daha iyi olduğu konular vardı. Mesela Excel, tüm özlük işleri.. Çok hâkimdi işe. Kendinden emin bir tavrı vardı hep. Zekiydi, hızlı kavrardı. Fazla kurnazdı. Duyardım masasındaki telefon konuşmalarını, istediği gibi oynatırdı milleti. Fiziği, dili ve aklıyla. Benim içinse cinsiyeti bile yoktu, o bir can simidiydi, hani şu duvarda asılı olan.

Sabahları o iş ayıklamalarımda ona da epeyi pay çıkardı. Post-it’lerim vardı o zamanlar. Onunkilerini iyice süzer, net ifadelere indirir, kısacık yapılacak iş maddeleri halinde ayrı ayrı yazar, PC ekranının kenarına yapıştırırdım. Ne yapayım, milletin geldiği saatte telefonlar başlar, gün içinde bir daha konuşacak boş vakit bile bulamazdık. Tuhaf bir görüntüsü olurdu monitörünün, etrafı post-it dolu.

Kafasına göre yapardı onları.

Bazılarını sona atar, hatta tümden sallardı aklı yatmamışsa. Belki haklı gerekçeyle, belki o kendine çok güvenen tarzından.

Yoğun bir gündü. Bunaldığım bir an. Ekran kenarında bilerek yıllandırılmış post-it’lerden biri patladı. Ve ‘o diyaloglardan biri’ geçti aramızda: Neden yapmadın? Cevap, kulaklarımın alışkın olduğu o akıllı retoriklerden.. telefonda herkese yapılan ve hep galip çıkılan.

O anda sağduyum bitti. Neyin birikmesiydi, hiddetim ne kadar hedeften saptı bilmiyorum. Ama sesim yükseldikçe kendi kendimi sinirlendirdim galiba. Duygularım tamamen çıktı aktığı yatağından. Masayı yumrukladığımı hatırlıyorum, bunu bana yapma, beni o konuşmalarla oyalama, beni de yönetmeye kalkma diye.

Hiçbir şey söylemedi. Kalktı, paltosunu giydi gitti.

Tüm gelişmelere hazırdım. Halim tam, pişman değilim evet ben yaptım haliydi.

Ertesi sabah normal saatında geldi. Çalışmaya devam etti. Ben de o susalım bahsetmeyelim havasına uydum.

Böyle bir şey yaşandı gitti. Bir daha o an hiç konuşulmadı. Yıllar sonraki karşılaşmalarımızda bile.

Benim iş hayatımdaki en uç hiddet ânımdı. Tekti ve çözülmeden bir tabu olarak bugüne kadar geldi.

Hard İK

Labirent

Çok fazla iletişim kazası oluyor; hep küçük, yanlış davranışlar yüzünden.

İş ortamında olması, onları bir yönetim sorunu yapmaz; hepsi basit, insanî, önlenebilir, ayrıntı gibi görünen hatalar.

Beklenen davranışlar değişken, durumsal. Çoğu, arkasında güçlü paradigmalardan besleniyor. Bir kısmı kurum kültürlerinin ürünü.

Yani bir labirentte tam ne yapmamız gerektiğini arıyoruz.

Malum ya, saçlarımın arasında minik organik antenlerim var. Yakalıyor. Size o doğru-yanlış iletişim davranışlarından bir potpuri yapayım dedim.

Bazen bot gibi konuşmak iyidir. Çoğu beklentiyi karşılar. Numarasız, soğuk, oynamadan, gerçek, anlaşılır. Söyle, sus.

• ‘Bilmiyorum’ -çok üst üste gelmezse- olması gereken bir cevap. ‘Bilmemek eziklik, bir şeyler söylemeliyim’ düşüncesi daha kötü. Hele uydurmak..

İknayla uzun anlatmaların alakası yok. O tekrarlar, konuyu sündürmeler hep boşuna. Öyle yüzünüze bakarak sessiz dinliyorlarsa zaten yanlış yol demek. Mutlaka başka bir giriş kapısı vardır; bulmadan olmaz.

Hep şikayet edip durmak, güven kaybettirir. Şikayet edenden sıkılırlar. Rahatsız eder. Şikayetle çözüm ve inisiyatif yan yana gelmeli. İmaj şu olmalı: Bir sorun var, ben hallederim, en azından çözmeye uğraşırım.

Her şey konuşarak çözülmez. Bazen zaman kaybıdır. Boşuna olduğunu görmek de bir beceri. Onun yerine ne lazımsa o.

• Değişmeyecek şeyler vardır. Birisinin kişiliği gibi. Onlar hakkında dönüp dönüp konuşmanın anlamı yok. Geçelim artık orayı.

• Bir işi ucundan tutma.. şovla işi götürme.. bunlar sürdürülebilir değil. Bir süre götürür.

• Bir şey demeden der gibi konuşmak; Demirel tarzı. Konuşma çekenler. Hedef kitle uygunsa buyurun. Ama benim bildiklerim patlıyor. O kişinin artık hiçbir dediğini umursamıyorlar. Kişiye yapışıyor ‘boş konuşur’ etiketi.

• İletişimde bir sürü algı yanılsaması var. Yöneticilikte, geribildirimde, eğitimde onları bilmeden olmaz. Bulun, öğrenin işte. Belki ben yazarım birgün.

Hadi yeter. Gittim.