Kısa öyküler

Çöp ev

İnternet haber sitesinde bir bölüm vardı, güncel haberler diye. Bir zamanların üçüncü sayfa haberleri gibi. Çarpıcı, mümkün olduğu kadar dramatik, okuyup geçenlere birkaç saniye ‘vay be’ dedirtecek sürreel şeyler. Uydurmayla gerçek arası bir yerde. Sorgulanmayacak.. Nedeni hiç düşünülmeyecek.. Öncesi ve sonrası hiç bilinmeyecek..

“Çöp evi belediye kamyonla boşalttı”.

Okuyanın belki dikkatini çekebilecek tek şey, orada yaşayan ihtiyar adamın öldükten çok sonra bulunmasıydı. İşin çöp kısmı bilinen hikayeydi.

O adam..

O, çok uzun yaşamıştı. Buydu sorunu. Çaresiz kalacak kadar.

20’lerin sonunda doğmuştu. Başka bir Dünya’ya. Kendi devrindeki herkes gibiydi öyküsü.. Sonra farklı dönemlerin, çeşit çeşit acıları, zorlukları.

Yavaş yavaş etrafındakiler onu bırakıp gitmişti hayattan. Çocukları, karısı.. Tanımadığı bir yerdeydi artık. Günü kaçırmıştı. Anlamadığı şeyler oluyordu evin dışında. Zaman içinde duvarını ördü. İçerisi tanıdıktı. Sadece ev değil, zihninin içiydi orası. Her şeyi fotoğraf gibi hatırlardı. O günlere giderdi istediğinde.

Eşyalar gittikçe anlamlara dönüşmeye başladı. Her birinin anlattıkları vardı.

Onlar, ‘o anlar’dı.

Onlara bağlandı. Bir eşya gibi değil, birer hayal gibi. İstediği an gözünün önünde canlı görebileceği anlar. Gazeteler, giyecekler, resimler, biletler, sevdiklerinin hastalıklarından kalma ilaç şişeleri, çocuk-kadın ayakkabıları..

Eskilerdi. Çoklardı; yığılı, üst üste. Eski ama yaşayan. Onun gibi.

Onlar, o ihtiyar adamı korumaya almışlardı.

Birgün onların arasında huzur içinde bitti kocaman ömrü.

Çöp ev haberi, İnternet sitesinin görülme tıklanmasına bir şey katmadı. Editör, böyle şeylerin her zaman konması gerektiğine inanıyordu; üçüncü sayfanın müşterisi hep olurdu.

Ama o ev çöp değildi ki, mutlu bir sığınaktı.

Kısa öyküler

Şerefe

20’li yaşlardaydı. Evinden çok uzaklarda, yurt dışındaki okuluna yeni başlamıştı. Dilini iyi bildiği bir ülkede yapayalnız günler, geceler.

Yine böyle yalnız bir akşam beyaz şarapla tanıştı. Çok iyi hatırlıyordu o andaki ortamı: Kalabalık, gürültülü bir bistroydu. Gizemli bir kadınla tanışmak gibi. O gece kendi başına cam kenarında bir masada oturuyordu. İlk yudum.. iç gıdıklayıcı, biraz yabancı, davetkâr. Fondaki gürültülü konuşmalarla eşleşmişti hafızasında o kadeh. Akan hayatın içinde birbirlerini bulmuşlardı.

Sonra arada bir bunu tekrarlamaya başladı. Hep tek kadeh. Hep beyaz. Genellikle aynı yerde. Zaman içinde o tek kadehlerine mükemmel bir eşlikçi buldu: Derin düşünceler. Hatta onları rastgele kağıtlara not ederdi.

Bir tür adı konmamış meditasyondu bu.

Beyaza kardeş geldi: Kırmızı. En önemlisi, her birinin arkasındaki öyküleriydi.

Hani birini tanıdıkça yakınlaşırsınız ya.

Yılları birlikte geçti. Artık ustalık dönemleri gelmişti. Öğrendikçe tatlar da değişiyordu. İlişkilerindeki kaliteyi her zaman korudular. Hep bir özen, hep bir mesafe.

Saygı gibi. Ritüelle zevk el ele.

Zaman içinde rakıyla tanıştı. O da iyiydi, hoştu, ama başka bir alemdi. Şaraba uzun bir mola vaktiydi. Hayatları ayrılmıştı.

Yaşlandıkça ilk göz ağrısını çok özledi. Çekemedi rakının bıçkınlığını. Onun olgunluğuna ihtiyacı vardı. İyi tanışıyorlardı zaten, kaldıkları yerden sürdürdüler.

Yıllar, yıllar geçti. İyice ihtiyarlamıştı.

Bir ömür devirmişti. Gün geldi sağlık sorunları başladı. Birgün doktor net konuştu: Bitecek. Bitmek zorunda, kaldıramazsın.

Bir şey demedi.

Sonra dönüp bir geçmişteki o anlara baktı. Bir de geleceğe.

Karar verdi; yürüyordu.

Kaderine selam olsun. Ne olacaksa kabulüydü.

Yaşlı elleriyle, o ilk günkü gibi, şarabını kadehine koydu, kendi kendine hadi şerefe dedi.

Kocaman, kaliteli bir geçmiş yaşama kaldırdı kadehini.

Kısa öyküler

Kehanet

Genç adam şehirde yürüyüş yapmayı severdi. Yürümek, meditasyonuydu. Semtler, yürürken, farkında olmadan gelip geçerdi.

Birgün adını bile bilmediği bir mahalleden geçiyordu. Haliç’de bir yer. Yorulmuştu. Dönüşteydi artık. Küçük bir park gördü; tozlu, bakımsız, denizin hemen yanında. Çocuklar için uydurma bir plastik kaydırak konmuş.

Bir tane bank vardı kaydırağın önünde. Herhalde çocuklarını bekleyen anneler için. Yaşlı bir adam oturuyordu.

‘Müsait mi?’ diye sordu, cevabını beklemeden ilişti. İkisi de birbirine bakmamıştı.

Yaşlı adam, başını döndürmeden, kendi kendine konuşur gibi ‘genellikle yalnız olurum burada, rahatsız etmedin, otur’ dedi.

Bir şey söylemek gerekir miydi? İma mı var?

Bir sessiz zaman geçti. Sonra yaşlı adam gene kendi kendine:

’Düşünmekle olmaz, zamanla. Ne yapacağını bilemezsin, her şey durur öyle. Çaresizlik. Çok beklemek lazım. Yavaştır. Anlamazsın o zamanda olup biteni. Kendine takılıp kalırsın. Zamanlar lazım. Sonra anlarsın. Birden görürsün. Unuttuğun bir zamanda. Alakası bile kopmuştur. Öncesinde fark etmezsin. Sen yapamazsın. Senin dışında olur.’

Sesi alçak, ancak duyuluyordu.

Bana mı diyor diye düşündü. Hiç öyle değil gibiydi.

Sonra kalktı yaşlı adam. Gitti. Bakmadan.

Neydi o söyledikleri? Anlamsız değildi o sözler.

Bir gelecek okuması gibi. Olacak şeyleri söyler gibi. Yok canım.. Saçma. Tesadüfen ona uyar gibi görünen sözler işte, mümkün mü başka şey?

Her şeyin durması.. çaresizlik..

Saatlerdir yürümekten bacakları sızlarken bu değil miydi hissettiği?

Unutacak kadar çok zamanlar geçecek.. Sen yapamazsın.. Çok sonraları fark edeceksin..

Haliç’in köhne bir parkında bir kehanetle mi karşılaşmıştı yani?

Kısa öyküler

Tanıyormuş gibi

Not: Bu öykü, gerçek olaylardan esinlenmiştir, öykünün kahramanları kurgudur:)

İlkokulda küçük bir sınıfları vardı, 14 kişi. Dört tanesi de kız: Belma, Feyza, Lale, Meral.

Kızların hepsi farklı karakterlerdi. Birisi; çocuksu ama durgun, sade, düz, gerçek. Birisi; şımarık, bazen çok şımarık, taşkın, eğlenceli. Bir tanesi fazla hanımefendi, havalı, mesafeli. Birisi de neredeyse renksiz, sessiz, akıllı, dışa tamamen kapalı.

Bizimki bunlardan bir tanesini hayali sevgilisi olarak seçmişti. Hiç belli etmezdi ama severdi onu, basbayağı severdi işte. Olduğu gibi, gördüğü gibi severdi. O saf, Dünyadan habersiz halini. Bazen okuldan dönerken beraber yürürken konuşurlardı. Kız bir şeyler anlatırdı, o da kesmeden dinlerdi. Ne dediğini fark etmezdi ama dinlemek hoşuna giderdi. Gülümserdi dinlerken. Kim bilir, belki başka türlü sevgisini göstermeyi bilmediğinden.

Çok basit hayaller kurardı, elini tutmak gibi. Ona sarılmak gibi.

Sonra hayatta herkes bir yerlere dağıldı gitti. Okullar değişti. Şehirler değişti. Koptular gittiler.

40 yıldan fazla zaman geçti o günlerin üzerinden.

Birgün.. İstanbul’da Cihangir sokaklarında iki kadın geliyordu karşıdan. Biri çok tanıdık. O mu? Küt kesilmiş simsiyah saçları, minyonluğu, yüz ifadesi aynı. Aynı saf bakış. Hayat çok acımasız davranmıştı o ise. Yorgun, yıpranmış. Tereddüt etti adımları boyunca; sorsam mı, ayıp olur mu, rahatsız eder miyim?

Belli belirsiz adını söyledi tam yanından geçerken.

Oydu.

Aynı doğallık. Aynı dostluk. Zaman geçmemiş gibi. Ne konuşulur ki ayak üstü kırk yıl aradan sonra? Kısa bir sessizlik oldu, ‘kızım’ dedi. 30 yaşlarında hoş bir kız. Kız, annesinin kayıtsız şartsız yakınlık gösterdiği, yabancı, kocaman bir adama ne diyeceğini bilemedi.

Adam kıza baktı. İçinden kopan bir sıcaklıkla. Tuhaf bir andı, kendi kızı gibi.

O kız, hiç söylenmemiş çocukluk sevgilisinin parçasıydı.

Sanki onu tanıyormuş gibiydi.

Sonra.. vedalaştılar, yürüdüler. Bir defa daha hayat geride kalmıştı.

Adam, 10 yaşlarında, okuldan eve giderken, aynen onu dinlerken gibi gülümsüyordu. Bir tek o değişmemişti.

Kısa öyküler

Derin yalnızlık

Çok ihtiyarlamıştı. Yaşını unutuyordu bazen, bir an düşünüp hesaplıyordu.

Kimse kalmamıştı etrafında. Hiç kimse. Herkes gitmişti. Bu kadar yaşayacağı hesapta yoktu. Ama zihni zehir gibiydi, zamanın gücü ona yetmemişti. Bedeni de hâlâ hizmet ediyordu; küçük aksamaları umursamazsa.

Bitmeyecekmiş gibi hissettiren bir araftı bu.

**

Şehirde bir apartmanda, küçücük bir dairede yaşıyordu. Tek odalı. Hiç sevmediği sıkış tepiş apartmanlarla dolu bir sokakta. Komşularından hiç birini tanımıyordu, tanımak da istemiyordu. Bakışlarını kaçıran sevimsiz insanlar. Aynı filikaya doluşmuş birbirine mahkum yabancılar.

Bir dönem hayatında bir köpeği vardı. Huyları bile aynıydı. Dosttular. O da ecelinin sınırlarını zorlayıp sonunda bırakmıştı onu. Köpek mezarlığına gömmüştü. Bir daha başkasını istemedi.

Yıllar önce seyrettiği Yeşil Yol’u kendi yaşıyordu.

**

Unuttuğu bir süreden beri Dünyayı izlemeyi bırakmıştı. Hiç ilgilenmiyordu o Matrix haberleriyle. Bazen bir yerlerde açık bir televizyon gözüne iliştiğinde başını çeviriyordu. Onların hayatıydı o.

**

Odası anılarla doluydu. Karmakarışık. Zihnini odaya yansıtmıştı sanki. Yerde duvarlara yaslanmış üst üste resimler. Bazıları rastgele bir yerlere bantlanmış. Gözünü kapadığında ne nerede görebiliyordu. Orası küçük bir kişisel kosmosdu.

Günlük alışkanlıkları vardı. Yavaşlatılmış yaşardı, çünkü onlar minik ritüellerdi. Yaşamın canlandırması. Bir bakıma hâlâ bu Dünyada olmanın teşekkürü.

Bunu gençliğinde de yapardı; tat aldığı anları yayardı. Onlar sofistikeydi, bunlar alabildiğine sade. İhtiyarlığın basitliği..

Yürürdü. Yavaş adımlarla, çok uzun. Mutlu etmezdi ama. Şehir mahpusluktu. Mecbur.

**

Ben ne yapıyorum burada derdi bazen. Bir tek bağ bulurdu hayatla arasında: Hafızası. Yaşayan bir arşiv. Her an evirip çevirebildiği, yeniden seyredebildiği anlar.

Yaşamaya değer kılan sahneler.

Kalanı bekleyiş.