Anılar

Borç

İşlerimin kötü gittiği bir dönemdi. Hani olur ya hayatta büyük kırılmalar, ondan.

Mesleğimde bundan sonrasını planlama zamanlarım (bu kadar ciddi blog fikrinin önceleri). Bir sürü şey kafamda daha oturmamış.

Uzun yürüyüşler yapardım. Hem düşünme, hem kendimi yorma. Dönüp dururdu aynı şeyler aklımda. Arada yürüdüğüm yolu hiç hatırlamadan nerede olduğumu fark ettiğim olurdu.

Gene böyle bir gün. Kadıköy Altıyol’da bir yerlerdeyim. Telefonum çaldı. ‘Ben polis memuru bilmem ne’ dedi. Beykoz Emniyet Müdürlüğü’ndenmiş. Bir tebligatınız var vergi dairesinden, ulaştırılamamış, gelin alın dedi.

Ertesi günü zor etmiştim. Gittim buldum memuru. Açtım samanlı kağıt tebligat zarfını. Kocaman bir meblağ. O gün yok öyle bir param. Büyük kısmı faiz, 8 yıllık.

Vergi dairesine gidip anlamıştım meseleyi. Babamın ödenmemiş kira geliri beyanıymış. Ödeyememiş ki.

26 günlük komanın ardından gitmişti. Bana hiçbir şey söyleyemeden.

Nereden bilebilirdim böyle bir borcu olduğunu?

Neyse, danıştım mali müşavire. Uzlaşma komisyonu falan, bir rakama bağlandı.

Motosikletimi satmıştım. Radikal çözüm.

Ne yaptın baba ya demiştim ilk öğrendiğimde. Ama sonraları o borç bana hiçbir zaman rahatsız edici gelmedi.

Babamdan bir hatıra gibiydi. Ona aitti, dolayısıyla şimdi benimdi. Her şey yerini buldu. Motosiklet de bundan daha doğru bir amaçla satılamazdı.

Onun için büyük tıkanma anlarında biraz dururum, bakayım ne olacak da su yeniden yolunu bulacak diye.

Hard İK

İş yerinde kamuflaj

Peçetede yazılanı aynen söylüyorum: “Sistematik bir kamuflajla çalışıyor gibi gözükme sanatı”. Bundan bir yazı çıkar mı diyeceksiniz, çıkar, çünkü buzdağının altı var.

Önce suyun altı.

Birisinin şu çıplak gerçekleri söylemesi lazım.

• Süreç, günlük hayatta var olmayan bir kavram. Onun yerine; pek okunmayan prosedürler, alışkanlıklar, yönetici tarzları vardır. Yani bir işin nasıl yapılacağı genellikle açık değildir; fiilî durumdan (gerçekte yapılandan) çıkar.

• Orta düzey yöneticiler bir şey yönetmez. Onlar da öteki insanlar gibi çalışır. Herkes işine bakar. Sorunları, hepsinin üzerinde birisi çözer. Ortalar bir bütündür.

• İş yükü, norm kadro, verimlilik sadece mavi yakalılarda olur. Beyazlarda bunlar alışılmadık şeylerdir; hatta zihinlerin arkasında kimse bunların ofis ortamında yapılabileceğine inanmaz.

• Performans bir illüzyon. Senaryosu ve replikleri vardır. Sahneleme dönemleri olur. Seyircisiz oynanır geçilir. Bir şey ölçmek için değildir, gelenektir, adettendir.

• Yönetsel konuların yarıdan fazlası; satış rakamlarının içeriye yansıyan sonuçları, müşteri sorunları ve yazılım gibi teknik konulardır. Yönetim, kendi çocuklarıyla ilgilenmez. İlgilense de zaten çözemez çünkü onu aşar; sorunlar neredeyse psikolojinin alanına girer.

• Günlük akış içinde iki şey olağan dışı harekete sebep olur: Bir olayın patlaması ve kültürler. Kalan zamanlarda, bir ofis çalışanı ne kadar çalışacağını kendisi belirler.

Anormalin meşhur tanımını bilirsiniz: Genel örneğe, alışılmışa aykırı olan, standartlara uymayan. Tabii ki normal de Latince’den, norma kökünden: ‘Pattern’, ‘modele göre’.

Yani bu durumda normal olan kamuflaj.

Kısa öyküler

Derin yalnızlık

Çok ihtiyarlamıştı. Yaşını unutuyordu bazen, bir an düşünüp hesaplıyordu.

Kimse kalmamıştı etrafında. Hiç kimse. Herkes gitmişti. Bu kadar yaşayacağı hesapta yoktu. Ama zihni zehir gibiydi, zamanın gücü ona yetmemişti. Bedeni de hâlâ hizmet ediyordu; küçük aksamaları umursamazsa.

Bitmeyecekmiş gibi hissettiren bir araftı bu.

**

Şehirde bir apartmanda, küçücük bir dairede yaşıyordu. Tek odalı. Hiç sevmediği sıkış tepiş apartmanlarla dolu bir sokakta. Komşularından hiç birini tanımıyordu, tanımak da istemiyordu. Bakışlarını kaçıran sevimsiz insanlar. Aynı filikaya doluşmuş birbirine mahkum yabancılar.

Bir dönem hayatında bir köpeği vardı. Huyları bile aynıydı. Dosttular. O da ecelinin sınırlarını zorlayıp sonunda bırakmıştı onu. Köpek mezarlığına gömmüştü. Bir daha başkasını istemedi.

Yıllar önce seyrettiği Yeşil Yol’u kendi yaşıyordu.

**

Unuttuğu bir süreden beri Dünyayı izlemeyi bırakmıştı. Hiç ilgilenmiyordu o Matrix haberleriyle. Bazen bir yerlerde açık bir televizyon gözüne iliştiğinde başını çeviriyordu. Onların hayatıydı o.

**

Odası anılarla doluydu. Karmakarışık. Zihnini odaya yansıtmıştı sanki. Yerde duvarlara yaslanmış üst üste resimler. Bazıları rastgele bir yerlere bantlanmış. Gözünü kapadığında ne nerede görebiliyordu. Orası küçük bir kişisel kosmosdu.

Günlük alışkanlıkları vardı. Yavaşlatılmış yaşardı, çünkü onlar minik ritüellerdi. Yaşamın canlandırması. Bir bakıma hâlâ bu Dünyada olmanın teşekkürü.

Bunu gençliğinde de yapardı; tat aldığı anları yayardı. Onlar sofistikeydi, bunlar alabildiğine sade. İhtiyarlığın basitliği..

Yürürdü. Yavaş adımlarla, çok uzun. Mutlu etmezdi ama. Şehir mahpusluktu. Mecbur.

**

Ben ne yapıyorum burada derdi bazen. Bir tek bağ bulurdu hayatla arasında: Hafızası. Yaşayan bir arşiv. Her an evirip çevirebildiği, yeniden seyredebildiği anlar.

Yaşamaya değer kılan sahneler.

Kalanı bekleyiş.


Anılar

Egebank anıları

1998.

Bildiğim, tanıdığım bir yer değildi. 1930’ların, gerçekten Ege’ye ait naif bankası sonraları Bayraktar-İhlas’ın olmuş. Onlar da Cumhurreis’in yeğeni Murat Demirel’e satıvermişler.

Yeğen Demirel bankacı falan değil. Tam bir müteşebbis Türk tipi iş adamı. Önceki işi kereste ticareti. Boğaziçi’li.. aslında modern bir tip.

Büyükçe bir eğitim projesiyle girmiştim içlerine. Duymuş, ya da bahsetmişler, tanımak istemiş, kendimi kişiye özel İK danışmanı olarak buldum. Dalga geçmiyorum, gerçekten yaptığım adı konmamış iş buydu. Karşılıklı İK temalı sohbetler etmek. İsimler yok ortada, her şey şifreli, ‘şöyle geçmişi olan birisi, bu işi başarır mı?’ gibi çıldırtıcı sorular.

Galiba misyonum, aklına koyduğunun hızlı sağlamasını yapmaktı. Uymuyorsa, duymuyordu zaten dediğimi.

En çok hatırladığım hız ve sınır tanımazlıktı. Dikkat edin, içinde yaratıcılık olan bir şeyden bahsediyorum. Hayal edemeyeceğiniz bir iş bitiricilik. Yasa, etik, tabii onlar konu değil.

Birgün, yeni bir projeye giriyoruz dedi. Almanya’da çok küçük para toplama şubeleri açacağız. Kiosk gibi (büfemsi?). En fazla 2-3 personeli olan. Gurbetçilerin ayaküstü para yatırabileceği yerler. Buralarda çalışacak olanlar da bizimkilerin Almanya’da doğup büyümüş nesli olacaktı.

Demişti ki, hemen Almanya’ya git ve seç onları!

Galiba eve gidip çanta hazırlayacak vaktim olmuştu.

Onlarca aday görmüştüm. Hatırladığım, bazılarıyla tam konuşamamıştık, çünkü Türkçe’leri yetmiyordu.

Casting ajansı gibi çalışmıştım.

Sonra ne mi oldu?

22.12.1999’da bu öykü de bitti. Bankaya el kondu.

Sonrası malum. Davalar, bankanın Sümerbank ve Oyakbank’a dönüşmesi.

Boş kubbede bana kalan, ‘ben ne yaşadım şimdi’ duygusu. Ve hâlâ şaşkınlık.



Hard İK

‘Headhunting’ sanatı

ÖNSÖZ

Ben bu işi profesyonel olarak hiç yapmadım. Çünkü mesleki etiğim der ki, eğitmenlik/danışmanlıkla bağdaşmaz. Kurum, özel bilgilerini açmışsa, onlar başka amaçla kullanılamaz.

Ama çok iyi tanırım. İK’nın kuzenidirler. Yıllarca onların tekniklerini çalıştığım kurumlar için uyguladım.

Neden mi ‘sanat’ dedim? Savaş sanatı gibi düşünün. Ustalaşmanın sonu yok. İşlerinin yarısı usul ve âdâp.

Şimdi gelelim esasa.

RESMİ OLMAYAN HEADHUNTER KATEGORİLERİ

Ağır toplar ‘executive’cidir. Marka olmaları beklenir. İşleri, networking ve -iş Dünyası magazini dahil- istihbaratla döner. Ben onları çok özel bir danışman olarak kabul etmek istiyorum; çünkü müşterilerinin gerçek ihtiyacını görmek, gerekirse onu yönlendirmek zorundalar. Adayı, yaratıcı biçimde hayal etmeliler (şu profil belirleme dedikleri). Herkesin yapacağı iş değil. Bir avuçlar zaten piyasada. Maliyetleri uçar. Çok anım ve diyeceğim var onlarla ilgili ama bu yazının hedefinde değiller.

Toptancılar var. Kitlesel işe alımlarda çözüm ortakları. Sıfırdan çağrı merkezi ya da saha ekibi kurmak gibi. İşleri zahmetli. Uzmanlık bilgisi ister. Onları da kapsamdan çıkartalım, yazımın odağını kaydırırlar. Süreçleri bambaşka.

Ve konumuza gelelim: Her pozisyona çalışanlar.

Tematik de olabilir; mesela sırf bilgiişlemcilere bakanlar.. sırf perakendecilerle ilgilenenler.. ilaççıları tanıyanlar.. banka/finansçılar.. işte zurna, zırt sesini burada çıkarıyor.

SÜRECİN AŞAMALARINA GÖRE FAULLER

Önce arşiv lazım. Mükemmel bir veri bankalarının olması lazım. Hem yazılım olarak mükemmel, hem verilerin tamlığı ve güncelliği bakımından. Kurum hafızaları olmalı; daha önce kime ulaştılar, aday nasıl yaklaştı, müşterinin değerlendirmesi ne oldu?

Böyle bir kaygı gündemlerinde bile değil.

Yaklaşımları, sürüye dalmak şeklinde. O kadar vahşi düzende, özensiz. Herhangi birisinin bu işe kalkışması gibi. İlk iş, ellerinde telefon, kariyer sitelerine ve LinkedIn’e bakmak. Ne gaflar yapılıyor; pardon deyip geçiyorlar, yanlış bir arama kadar basit, önemsiz.

Aramanın ‘raconları’ var (bilmek isterseniz; kelime argo olmuş ama kökeni İtalyanca ragione, akıl, mantık, usul). Bu işi kesinlikle deneyimsiz ve niteliksiz birisi yapamaz. Yapmamalı. Adaya ilk açıklamalardan, o kişiye ulaşıncaya kadar karşısına çıkan kişilere ne deneceğine kadar, öyle incelikler var ki.

O acemilerin yaptığı, hakikaten, züccaciye dükkanına sırt çantasıyla girmek. Bir dönüyorlar, her şey şangır şungur.

Ve adayla ön mülakat faciası var. Dümdüz. Yöntem bilmeden. Bu aşama tam, bazı adaylarla mülakatçıyı alıp birbirine çarpmaca (adaylardan da neler çıkıyormuş; habersiz gelmeyenler, yanında bekçisiyle gelenler, ekstrem tipler).

O meşhur saçma sapan sorular işte burada soruluyor.

Bu kategorinin en tatsız yanı, -genellikle- baştan sona kalitesizlik. Galiba pozisyonlar küçümseniyor; ekmeğe göre köfte oluyor.

İnsana saygısızlık derecesinde hatalar yapıyorlar.

Bir nevi toprak altında unutulmuş mayın; artık kim basarsa.


Deneyimsiz insanların anılarını sakatlıyorlar.