Anılar

Borç

İşlerimin kötü gittiği bir dönemdi. Hani olur ya hayatta büyük kırılmalar, ondan.

Mesleğimde bundan sonrasını planlama zamanlarım (bu kadar ciddi blog fikrinin önceleri). Bir sürü şey kafamda daha oturmamış.

Uzun yürüyüşler yapardım. Hem düşünme, hem kendimi yorma. Dönüp dururdu aynı şeyler aklımda. Arada yürüdüğüm yolu hiç hatırlamadan nerede olduğumu fark ettiğim olurdu.

Gene böyle bir gün. Kadıköy Altıyol’da bir yerlerdeyim. Telefonum çaldı. ‘Ben polis memuru bilmem ne’ dedi. Beykoz Emniyet Müdürlüğü’ndenmiş. Bir tebligatınız var vergi dairesinden, ulaştırılamamış, gelin alın dedi.

Ertesi günü zor etmiştim. Gittim buldum memuru. Açtım samanlı kağıt tebligat zarfını. Kocaman bir meblağ. O gün yok öyle bir param. Büyük kısmı faiz, 8 yıllık.

Vergi dairesine gidip anlamıştım meseleyi. Babamın ödenmemiş kira geliri beyanıymış. Ödeyememiş ki.

26 günlük komanın ardından gitmişti. Bana hiçbir şey söyleyemeden.

Nereden bilebilirdim böyle bir borcu olduğunu?

Neyse, danıştım mali müşavire. Uzlaşma komisyonu falan, bir rakama bağlandı.

Motosikletimi satmıştım. Radikal çözüm.

Ne yaptın baba ya demiştim ilk öğrendiğimde. Ama sonraları o borç bana hiçbir zaman rahatsız edici gelmedi.

Babamdan bir hatıra gibiydi. Ona aitti, dolayısıyla şimdi benimdi. Her şey yerini buldu. Motosiklet de bundan daha doğru bir amaçla satılamazdı.

Onun için büyük tıkanma anlarında biraz dururum, bakayım ne olacak da su yeniden yolunu bulacak diye.

Anılar

Egebank anıları

1998.

Bildiğim, tanıdığım bir yer değildi. 1930’ların, gerçekten Ege’ye ait naif bankası sonraları Bayraktar-İhlas’ın olmuş. Onlar da Cumhurreis’in yeğeni Murat Demirel’e satıvermişler.

Yeğen Demirel bankacı falan değil. Tam bir müteşebbis Türk tipi iş adamı. Önceki işi kereste ticareti. Boğaziçi’li.. aslında modern bir tip.

Büyükçe bir eğitim projesiyle girmiştim içlerine. Duymuş, ya da bahsetmişler, tanımak istemiş, kendimi kişiye özel İK danışmanı olarak buldum. Dalga geçmiyorum, gerçekten yaptığım adı konmamış iş buydu. Karşılıklı İK temalı sohbetler etmek. İsimler yok ortada, her şey şifreli, ‘şöyle geçmişi olan birisi, bu işi başarır mı?’ gibi çıldırtıcı sorular.

Galiba misyonum, aklına koyduğunun hızlı sağlamasını yapmaktı. Uymuyorsa, duymuyordu zaten dediğimi.

En çok hatırladığım hız ve sınır tanımazlıktı. Dikkat edin, içinde yaratıcılık olan bir şeyden bahsediyorum. Hayal edemeyeceğiniz bir iş bitiricilik. Yasa, etik, tabii onlar konu değil.

Birgün, yeni bir projeye giriyoruz dedi. Almanya’da çok küçük para toplama şubeleri açacağız. Kiosk gibi (büfemsi?). En fazla 2-3 personeli olan. Gurbetçilerin ayaküstü para yatırabileceği yerler. Buralarda çalışacak olanlar da bizimkilerin Almanya’da doğup büyümüş nesli olacaktı.

Demişti ki, hemen Almanya’ya git ve seç onları!

Galiba eve gidip çanta hazırlayacak vaktim olmuştu.

Onlarca aday görmüştüm. Hatırladığım, bazılarıyla tam konuşamamıştık, çünkü Türkçe’leri yetmiyordu.

Casting ajansı gibi çalışmıştım.

Sonra ne mi oldu?

22.12.1999’da bu öykü de bitti. Bankaya el kondu.

Sonrası malum. Davalar, bankanın Sümerbank ve Oyakbank’a dönüşmesi.

Boş kubbede bana kalan, ‘ben ne yaşadım şimdi’ duygusu. Ve hâlâ şaşkınlık.



Anılar

Kişisel imaj

Ya 97, ya 98. O günlerin popüler bankalarından birinin GMY’si aradı, gel Ahmet dedi, sana bir özel sipariş işimiz var. Ben sokak kedisi olmadan, birkaç yıl öncesine kadar, zaman zaman fikir alışverişimiz olan bir meslektaş.

Kıyafet, bankalarda hep dert bir konudur. O yıllarda başka bir banka, reklam ajansına bir video kaseti (evet yanlış okumadınız, şubelere kasetler gönderilirdi, alın izleyin diye) yaptırtmış ‘dress code’la ilgili. İçinde de, metin yazarının, ‘her sabah duş alın, deo kullanın’ diyeceği tutmuş. Aman efendim ne magazin geyiği dönmüştü o günlerde piyasada, güya bunu bize hatırlatmaya ne gerek var demiş insanlar, çok bozulan olmuş, genel müdür özür dilemiş, videoyu geri çekmişler.

Bana söylediği aşağı yukarı şuydu: Sen bu işleri bizzat yaşamış insansın, bul bir prodüksiyon şirketi, bize bir giyim videosunu kendi gözetiminde hazırlat. Sana yetki veriyoruz, hâkim ol duruma, öteki bankada yaşanan gaf başımıza gelmesin.

Peki dedim, kolay.

Hazırlattım. İyi bütçe vermişlerdi, sorunum olmadı.

‘Teaser’ (ön tanıtım) gibi bir şey oldu.

Seyrettiler, sonra bizimki dedi ki, ‘bence bu amacımıza yetmeyecek, daha iz bırakacak bir etkinliğe dönüştürmeliyiz, videoyu kendin yapacağın bir eğitimin içine gömebilir misin?’

Hatta abarttılar; başka şeyler de ekle eğitime dediler, mesela önemli bir müşteri iş yemeğine davet edildiğinde neler bilmek gerekir? Mönüden nasıl yemek kombinasyonu yapılır? İçki içiliyorsa, hangi içki hakkında ne bilmek gerekir? Hedef kitleyi de belirlediler: Özel bankacılık müşteri temsilcileri. Sınırlı bir kitle.

Ona da tamam dedim.

Bu konular zaten özel hayatımda ilgi alanım. Bildiğim şeyler. Sohbet gibi anlatıyordum.

Eğitimin adını ‘kişisel imaj’ koyduk. Birlikte öyle karar verdik. Amaç, kıyafet konusunu kamufle etmek. Bir daha o kötü tecrübe yaşanmasın, millet tepki göstermesin diye.

Başladık. Eğleniyorum. Skoç viskinin tarihçesinden giriyorum, şaraptan çıkıyorum. İçkilerin/yemeklerin kendi öyküsü var, sohbetlik malzeme bol bende.

Grubu bitirdik, devam et dediler, şube müdürlerine de anlat.

Yapıştı mı üstüme kişisel imaj?

Hiç hoşlanmadım bu gidişattan. Ben kim, giyimde ahkam kesmek kim? Ne böyle bir temelim var, ne iddiam.

Amacımı aştı yani yaptığımız. Ben kişisel imajla falan hatırlanmak istemiyorum.

Bu arada hemen replikalar başladı tabii. Onlarla rekabete falan da niyetim yok benim.

Bir süre sonra kestim. Tamam bitti dedim.

Özel bir projeydi, bu kadar.

Bugün düşündüğüm zaman hâlâ pişmanlık duyarım, o 1-2 yıl nasıl bulaştım bu kişisel imaj işine? O anda anlatma keyfine kapıldım.

Şimdi anısı bile rahatsız ediyor.


Anılar

Niye? Niye?

Banka müfettişleriyle iyi anlaşırız. Onların yaşamını içeriden bilirim. Hukukçu olduğum için beni amca çocukları sayarlar. Dünya toz bulutuyken (80 başlarındaki avukatlık zamanlarımda) çok ortak çalışmalarımız olmuştu. Onun için sonraki tüm eğitmenlik dönemlerimde onlar için özel davranış eğitimleri geliştirdim, onlar da hiç gocunmadı, hep beni dinlemeyi kabul ettiler.

Bilirsiniz ben ‘flipped’çiyim. Paldır küldür bilgi vermeye girişmem. Hep önce gerçek vakalar tartışırız, sonra bilgileri içine yerleştiririz.

Gene bir bankanın tüm teftiş kuruluna eğitim yapıyoruz. Meslektaşlarından duyduğum, teftişteyden şubede yaşanmış iki konuyu attım ortaya.

Birinde bir çalışan kadının gayet iyi niyetli ama sorunlu kıyafeti. Şifon bir gömlek, (ne denir bilmiyorum) boyuna birkaç kez sarılmış bir altın zincir kolye, rugan çok yüksek topuklu ayakkabılar. Tam, düğünde gelinin yakın akrabası modu.

Bir başka olayda da aralarında anlaşmışlar, hergün birisi yemeği üstleniyor. Evde yapıp getiriyor. Ama ne yemekler. Koca tencerede kuru patlıcan dolmaları.. içli köfteler.. börekler.. Aslında her gün bir ziyafet. Küçücük bir çay odaları var, oradaki tüplü ocakta ısıtıyorlar, bir masada 2-3 postada oturup yiyorlar. Ama bir sorun var: Şube, öğleleri kıyamet gibi yemek kokuyor.

Neyse bunları tartıştık. Müfettişten beklenen taktiksel davranışlara bağladık.

2’inci gün bir molada haber geldi. Yöntemimi teftiş kurulu başkanı duymuş, o da kapanışa yakın gelip tanışmak istiyormuş. Ama şunu da eklediler: Kendisi yabancıdır, bir sakıncası yoksa çevirmeniz gerekecek.

Geldi. Neler tartıştınız dedi. Birkaçını anlatayım dedim, yukarıdaki ikisini çevirmeye çalıştım.

Boş baktı. Sonra gözleri bir noktaya takılı ‘why?’ dedi.

Yahu ne why, kadın şubeye gelmiş işte düğüne gelir gibi, iyi niyetli ama kafa bu. Ötekinde de aç mı otursunlar?:))

Neyse etraftan yardım yetişti. Kendi ekibi de bir daha açıkladı; olur böyle şeyler adi vakadır diye. Hâlâ anlamadı. Peki bize ne, müfettiş ne yapsın diyor? Yahu müfettiş dediğin bir zamanlar parmağının ucuyla toz kontrolu yapan kişi, biz de bunu tartışıyoruz işte, yok mu saysın, dahil mi olsun?

Olmadı. Anlamadı.

Tanıştığımıza memnun olduk falan dedik, çıktılar.

Hâlâ dışarıdan sesi geliyordu: Why? Why?


Anılar

4×4 eğitim

2001 yaz sonlarına doğru kriz sonuçları artık şekilleniyordu. Ecevit’in ekonomiden sorumlu devlet bakanı Kemal Derviş hızlı değişimlere girişmişti. En büyük kırılmalar da bankacılıktaydı. Kamu bankalarının ortak yönetim kurulu başkanlığına Vural Akışık getirilmişti. Emlakbank ve Halkbank’ı Ziraat’ın altında toplamayı düşünüyorlardı. Süper yönetim zamanlarıydı. Her şey mümkündü (aslında bugünkü gibi).

Robert’li, ODTÜ’lü, doktoralı Vural Akışık özel sektör bankacısıydı. Doğal olarak ekibini, tarzına uygun kişilerden kurmuştu; çevik, pratik, iş bitirici, kestirmeci ve yetkin. Onlar da bildiklerini etrafına topluyordu. İstanbul’dan Ankara’ya, belirsiz bir süre eğreti yaşamayı kabul eden göçebe bankacılar devri başlamıştı.

Buna danışmanlar, eğitim firmaları, o günlerin yalnız kovboy popüler eğitmenleri de dahildi. Yani ben.

Haftalarca, aylarca Halkbank’ın misafirhanesinde kaldığım zamanlar o yıldı işte.

Birgün toplantıdayız. Baş aktör, o sıralar neredeyse bankada yatıp kalkan meşhur bir denetim firmasının yönetim danışmanları. Konu, müthiş bir eğitim bütçesi olan o yıl, eğitim planlamasını yapmak. Ben, konuk sanatçı olarak toplantıya davet edilmişim; stratejiyi tam anlayayım da, ne anlatacaksam, eğitmen olarak bilerek anlatayım diye.

3 dev kamu bankasının personel sayısı çıldırtıcı, benim telaffuz etmeye alışkın olmadığım rakamlar. Binlerce kişiden bahsediyorlar. Önemli unvanlı insanlar vıdık vıdık tartışıyordu. Yok hangi operasyon bilgisi eğitimleri yapılmalı, yok hangi pozisyondan başlamalı.. Denklem bir türlü tutmuyor; onların düşündüğünü yapmak için yüzlerce eğitmen, birkaç yıllık süre lazım. Çıkamıyorlar işin içinden.

Sıkıldım.

Niyetim hiç karışmamaktı ama dayanamadım. Bakın dedim, “belli işte elbise bedene uymuyor, isterseniz buradan gitmeyin, çok basit düşünün, bu kadar insana acil ne lazım şu anda?”

“Bir defa tektipleşme lazım, 3 bankanın operasyonel farklılıkları giderilmeli, bunu süreçlendirmek kolay, kalır değişen işlerin sahiplerine anlatmak”.

“İkincisi, insanlar belirlilik istiyor. Ne yapacaklarını bilmek istiyor. Onlardan beklenen yeni davranışlar var, mesela şube dışına çıkıp aktif pazarlama yapmaları isteniyor. Bu aslında kültürel bir değişim ama böyle demeye gerek yok, yapacaklarını söylemek yeter. İşte anlatılacak bir konu daha”.

“Dünyada bankacılık değişiyor. Basel kuralları geldi. Risk ve iç denetim diye bir kavram doğdu. Daha önce olmayan bölümler kuruluyor. Bu herkesi ilgilendirir. Bunun ne olduğunu açıklayalım millete”.

“Üç banka yazılımlarını birleştiriyor. Mutlaka bilmedikleri yeni ekranlar, yeni bir mimari, yeni menüler olacak. Özellikle şubedekiler hızlı adapte olmak zorunda, onlara hap kullanıcı eğitimleri verelim”.

Yani dedim, “boş verin her zamanki eğitim programlarını. Bu seneki özel olsun. 4 koldan bastırın işte. Başka eğitim falan da olmayıversin”.

Demiştim ki aslında, bütün bildiğinizi unutun, değiştirin kafayı.

Derdim neydi biliyor musunuz, toplantı bir an önce bitsin, gideyim kahvemi içeyim, kitabımı okuyayım.

Masada sessizlik oldu. Denetim firmasının danışmanı iyi fikir dedi. Sonra ötekiler de olabilir dedi.

Dediğim uygulandı. Adına da kendi aramızda 4×4 eğitim dedik. Dört çekerli eğitim.

Ben de o sabah kahveme bir an önce kavuşmuştum.